YOKSULLUK VE SAĞLIK-Osman Elbek

Antalya Çağdaş Hekimler > YOKSULLUK VE SAĞLIK-Osman Elbek

Brezilyalı yazar Carolina Maria de Jesus, Çöplük isimli romanında gecekondu mahallesinde açlıktan ölmek üzereyken dünyanın “sarıya kestiğini” ve çöp tenekesinde bulduğu kuru bir ekmek parçasını yiyince sarı rengin yitip gittiğini belirterek açlığın rengini sarı olarak tanımlamıştı. Bilindiği gibi Çöplük, aslında yazarın yaşam hikâyesinin derlenmiş halidir. Jesus, Brezilya’nın Sao Paulo şehrinin gecekondu mahallelerinden birisinde babalarının bile kim olduğunu bilmediği üç çocuğu ile derme çatma bir kulübede aç ve perişan bir hayat yaşamıştır. Jesus için sabah gün doğmadan başlamakta ve zengin mahallelerdeki çöp tenekelerinden topladığı öteberiyi hurdacılara satarak devam etmektedir. Ancak birgün çöp tenekelerinden birisinde bir ajanda bulur ve ajandanın boş yapraklarına mum ışığında yaşamını yazmaya başlar. Hayatının dört senelik bölümünü anlatan bu notlar günün birinde tesadüfen bir gazeteci tarafından okunur ve gazetede yayınlanınca o “görülür”. Tıpkı Türkiye’deki gibi, tıpkı diğer ülkelerdeki gibi.

Medyada yer bulamadığı sürece görülmeyen yoksulların sağlık hakları da benzer bir kaderi paylaşır. Hâlbuki yoksulların herkesten daha fazla sağlık hizmetine ulaşma hakları vardır. Çünkü onlar diğer bireylere göre daha sağlıksız bir hayatta var olmaya çalışırlar. Ekonomik sorunlar nedeniyle dengeli beslenemeyen, sağlıklı konutta yaşayamayan ve uygun sanitasyon imkânı bulunmayan bir kişinin hastalanması olağan değil midir? Örneğin Türkiye’de bebek ölüm hızı ve beş yaş altı ölüm hızının 1993–2003 yılları arasında düşmesine rağmen, artan yoksulluğun bir yansıması olarak düşüş oranı kırsalda daha azdır. 2003 yılında kır/kent oranı, hem bebek ölüm hızı hem de beş yaş altı ölüm hızı açısından 1993’den daha kötüdür. Benzer biçimde yoksulluktan etkilenen sağlık ölçütleri olarak tanımlanan düşük doğum ağırlığı, düşük rutin bağışıklama oranı, yetersiz emzirme oranı ve fiziksel-zihinsel engel görülme sıklığı doğuda ve kırsalda daha yüksektir. Çünkü Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün de kabul ettiği gibi Türkiye, Gini katsayısına göre Meksika’dan sonra en kötü gelir dağılımına sahip olan ve çocuk yoksulluğu en hızlı artan ülkedir.1

UNICEF’in 2005 yılı raporuna göre gelişmekte olan ülkelerde, her üç çocuktan birisi uygun barınak imkânına; her beş çocuktan birisi temiz içme suyuna kavuşma olanağına sahip değildir. Yeterli ekonomik gelire sahip olmama, uygun barınma koşullarında yaşamama, temiz su kullanmamanın ise hastalık anlamına geleceği açıktır. İşte bu nedenledir ki bu dünyada her yıl beş yaş altında on milyon çocuk tedavisi mümkün hastalıklar nedeniyle ölmektedir. Türkiye’de de durum oldukça kötüdür. Resmi rakamlara göre Türkiye’de yoksulluk oranı %22’dir ve beş yaş altındaki çocukların %12’sinde beslenme yetersizliği vardır. Nüfusun %17’si temiz içme suyundan yoksundur.2 Türkiye’de bugün 1.800.075 kişi günlük bir doların altında bir gelirle yaşamını sürdürmekte; nüfusun yüzde 15,7’si ise göreli yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır.3

Bilindiği gibi beslenme, sağlığı belirleyen temel değişkenlerden birisidir. Bireylerin besin gereksinimi ise kişinin yaşına, cinsiyetine, fiziksel aktivite durumuna ve hastalık durumuna göre değişkendir. Oysa tüm dünyada besin ihtiyacını belirleyen faktör sosyoekonomik eşitsizliktir. Gelir düzeyi düşük aileler temel besin kaynaklarını uzun halk ekmek satış kuyrukları ve akşam pazarlarından karşılarken; yüksek gelirli aileler kolaylıkla protein değeri yüksek besinlere ulaşabilmektedir. Türkiye’deki ailelerin yaklaşık %15’inin ciddi açlık sorunuyla karşı karşıya olduğu ve insan beyninin gelişiminin dengeli beslenme ile paralel olduğu düşünüldüğünde, yoksulların entelektüel yeteneğinin de kısıtlı olması sürpriz değildir. Gebelikte ve erken çocukluk dönemindeki dengesiz beslenme ve demir, çinko, folik asit ve B vitamininden fakir gıda alınması nedeniyle yeterli zekâ kapasitesine ulaşamayan yoksulların bu dezavantajlı durumları, eğitim haklarının da önünde temel bir engeldir.

Öte yandan düşük gelirli ailelerin çocuklarının büyük bir bölümü çırak olarak iş hayatında aktif bir rol oynamaktadır. Daha fazla para kazanmak uğruna işgüvenliği tedbirlerinin sıklıkla ihmal edildiği bu ortamlar hastalık gelişimi için birer risk faktörüdürler. Uluslararası Çalışma Örgütü, çocukların %37’sinin kimyevi maddelerin yol açtığı tehlikelerin farkında olmadığını; çocukların %25’inin dengeli aydınlanma düzeyini, %24,8’inin normal ve yüksek gürültü düzeyini ayırt edemediğini; çalışan çocukların çoğunluğunun aile bütçesine katkıda bulunabilmek için okulu yarıda bırakan ve haftada 60–65 saat çalışan gençler olduğunu dile getirmektedir. Türkiye’de de durum dünyadan farklı değildir. Örneğin İstanbul’da pazarda çalışan çocukların sağlık durumunun araştırıldığı bir çalışmada, günde 12 saatten daha fazla pazarda çalışan çocukların %39’unun tedavi gerektiren bir sağlık sorunu olduğu, ancak bu çocukların %74’ünün sosyal güvencesinin olmadığı gösterilmiştir.5

Tüm bu gerçekler ortadayken sağlık alanına çoğu zaman medikal indirgemeci bir perspektifle yaklaşılmaktadır. Sorunlar sıklıkla mikroorganizmalar, sitokinler, reseptörler, nörotransmitterler,.. üzerinden tanımlanmakta ve böyle tanımlandığı için de, çözüm yolları bu faktörler üzerine inşa edilmektedir. Oysa sağlık, sosyal dinamiklerin bir sonucudur ve sosyoekonomik eşitsizliklerden doğrudan etkilenmektedir. Neoliberal ideoloji, sağlığın sınıfsal ve toplumsal kimliklerle ilişkisini kesmekte ve sağlığı medikalize ederek sağlık sorununu bireyin bireysel sorunu haline getirmektedir. Ancak sağlık, globalizasyon sürecinden doğrudan etkilenmektedir. Kapitalizmin krize girdiği bugünlerde Ocak 2008’de Uluslararası Çalışma Ofisi tarafından yayımlanan Küresel İstihdam Eğilimleri raporunda, kredi piyasasındaki çalkalanmalara ve yükselen petrol fiyatlarına bağlı oluşan ekonomik sarsıntının 2008 yılında işsizlerin saflarına tahminen beş milyon kişinin daha ekleneceğinin belirtildiğini hatırlamakta yarar vardır.6 Bu bağlamda finansal küreselleşmenin dünyanın işsizlik sorununa çözüm bulamadığını, hatta işsizlik oranı açısından 1997 yılının 2000’li yıllara kıyasla daha iyi olduğunu bilmekteyiz.

Ekonomik krizlerin sağlık alanına olan en önemli etkisi işsizlik ve ücret düşürülmesi biçiminde kendisini gösteren gelir azalmasıdır. Gelir düzeyinin beslenme başta olmak üzere sağlık durumunu etkileyen pek çok faktörle iç içe olduğu ve kriz dönemlerinde hem kamunun hem de bireyin sağlık harcamalarında kısıntıya gittiği bilinmektedir. Öte yandan ekonomik kriz döneminde işsizliğin, sosyal stresin, aile içi sorunların, intihar oranlarının, alkol ve tütün tüketiminin arttığı bilinmektedir. Stres ortamı ve açlık nedeniyle artan hırsızlıklar, çoğu yoksullardan oluşmak üzere cezaevindeki nüfusu da arttırmaktadır. Cezaevleri ise tüm dünyada hastalık anlamına gelmektedir. Ancak tabloyu daha da kötüleştiren sorunu, ILO Genel Direktörü Juan Somavia şu cümlelerle ifade etmektedir:6

“Bu yılki istihdam tablosu eskisine göre zıtlıklar ve belirsizliklerle doludur. Küresel büyüme her yıl milyonlarca yeni iş yaratırken işsizlik kabul edilemez ölçüde yüksek düzeyde kalmaktadır ve üstelik bunun daha önce görülmeyen düzeylere ulaşması olasılığı da vardır. Dahası, işi olan insan sayısı her zamankinden daha çok olmakla birlikte, yapılan işlerin insana yakışır işler olduklarını söylemek güçtür. İşsiz olmasalar bile, çok sayıda insan, işini her an kaybedebilecek veya sevki kırılmış ‘çalışan yoksullar’ saflarında kalmaktadır”.

Gerçekten de Buğra ve Keyder’in “Kent Nüfusunun En Yoksul Kesiminin İstihdam Yapısı ve Geçinme Yöntemleri” başlıklı çalışmasında da gösterildiği gibi Türkiye’de Kürt ve Roman gibi etnik bir karakter de kazanan yoksulluğun temel nedeni işsizlikten ziyade yapılan işin niteliğidir. Bu çerçevede İnsan Hakları Derneği’nin Doğu ve Güneydoğu’dan Ordu iline fındık toplamaya giden Kürt kökenli insanların Ordu iline alınmaması üzerine yaptığı araştırmada Şanlıurfa’dan gelen, 45 yaşında, on çocuk annesi Ş.K’nin anlatımları hem sağlık hem toplumsal dışlanma açısından oldukça çarpıcıdır:7

4 gün önce Şanlıurfa’nın Birecik ilçesinden yola çıktık Ordu’ya gelmek için. Yaklaşık 30 saat transit bir minibüsle yolculuk yaptık. Minibüs 11 kişilik ama biz altısı çocuk 12 kişi yolculuk yaptık. (…) İlk geldiğimizde her yıl gelip yerleştiğimiz (Melet çayı) yere gittik, ama  polis ve jandarmalar orada kalamayacağımızı, bu yıl buranın yasak olduğunu, bundan sonrada buraya gelemeyeceğimizi, valilik tarafından artık çadırların Ordunun her hangi bir yerinde kurulamayacağını, işlerimizin hazır olmaması durumunda Ordu il sınırları içerisinde herhangi bir yere çadır kurulamayacağını söyleyip, bize izin vermediler. Bizimde paramız olmadığı için ortalıkta kaldık. Yemek için bile paramız yoktu. Kaldı ki kalacak yer bulalım. Mecbur kaldık ve buraya geldik. 4 gündür buradayız daha iş bulamadık, yaşadığımız yerde sizinde gördüğünüz gibi elektrik yok, su yok, tuvalet yok, banyo yapamıyoruz, yemeklerimizi yaktığımız ateşler üzerinde pişirmeye çalışıyoruz, ciddi sağlık sorunları oluşuyor,  çocuklarım  hastalandı ama  hastaneye götüremiyoruz. Dün jandarmalar geldi buradan ayrılmamız gerektiğini söylediler. Ayrıca kimlik fotokopilerimizi istediler çoluk çocuk herkesin kimlik fotokopilerini aldılar. Ordu ilinde ne kadar kalacağımızı, kimin yanında çalışacağımızı, kaç kişi geldiğimizi sordular ve pazartesiye kadar buradan çadırların sökülmesini söyleyip gittiler. Biz burada perişanız, hepimiz hastalanacağız. Kocam daha yeni bir iş buldu, 3 kişi çalışıyor. Saat 6’da kalkıp akşam 6’ya kadar çalışıyorlar. Sadece 22 YTL yevmiye alıyorlar, bu da bizi ekonomik anlamda da çok zor durumda bırakıyor. Herhangi bir sağlık güvencemiz yok çalıştığımız yerde herhangi bir sağlık sigortamız yok. Biz sadece buraya çalışmaya geldik, bizden ne istiyorlar bilmiyoruz. Neden bu kötü yerde bile kalmamıza izin vermiyorlar onu da bilmiyorum. Benim istediğim çocuklarımın ve benim insanca bir yerde çalışması ve barınması. Bize bir yardım vermiyorlar bari bıraksınlar biz kendi başımızın çaresine bakalım.”

Finans kapitalin kâr maksimizasyonu uğruna iş bulabilen “şanslı” insanları esnek istihdam gereği düşük ücret, iş güvencesizlik ve çalışanlar arasında acımasız rekabet yaratarak ‘çalışan yoksullar’ haline getirdiği; yoksulluk sorununu tembelliğin, düzensiz hayat sürenlerin, çok çocuk doğuranların, Kürt-Roman’larda olduğu gibi “öteki”lerin sebep olduğu bir “suçlama sendromu”na çevirdiği ve “kentsel dönüşüm” projeleriyle bu sorunu göz önünden kaldırdığı mevcut tablonun alt üst edilmesi hepimizin en temel insanlık görevi değil midir?

Literatür verileri işgüvencesi ile sağlığın oldukça korele olduğunu, işgüvencesiz bir çalışma hayatının kronik hastalıklar başta olmak üzere pek çok sağlık sorununa neden olduğunu göstermektedir. Bu çerçevede esnek üretimin bir yansıması olarak ani tükenme sendromu (Karoshi) dikkat çekicidir. Çalışma saatlerinin uzaması ve düzensizleşmesi, düşük gelir ve belirsizlik, çalışanlar arasındaki acımasız rekabet organizmada dayanma gücünü arttıran sempatik sistemi aktive etmekte, ancak artan adrenalin ve noradrenalin bir süre sonra kalp krizi, felç, serebral tromboz, kalp yetmezliği gibi ölümcül sağlık sorunlarına neden olmaktadır. Oysa yoksulluk politik bir sorundur ve ölümüne çalışma ortamları yaratarak çözülemez. Ancak neoliberal hegemonya, gerek hükümet gerek hükümet dışı güçlerle gelir dağılımının bozulduğu ve bu çarpıklığın bir yansıması olarak yoksulluğun yaratıldığı bir dünyada, devletin yaratılan bu yoksulluk için girişimde bulunmasına onay vermez. Örneğin Türkiye Üçüncü Sektör Vakfı’nın yaptığı araştırmaya katılan deneklerin %31’i, yoksullukla mücadeleyi hali vakti yerinde vatandaşların yapması gerektiğini belirtmiştir. Aynı araştırmada deneklerin %38’i yoksullukla mücadelenin sorumlusunu devlet olarak tanımlamaktadır. Ancak %38’lik bu kesim, bu mücadeleyi devletin yapması gereken bir ödev olarak olumlu bir yorum yerine, insanların yoksullukla mücadele etmek için bir çaba sarf etmeyip devletten bunu bekledikleri biçiminde olumsuz bir algı olarak okumaktadır.

Hâlbuki devletin yurttaşına sosyal kaynak ayırması lütuf değil, onun yapması gereken ödevidir. Bu kaynakları kullanmaksa her yurttaşın en temel insan hakkıdır. Ancak devletin yapacağı sosyal harcamaların devletin tekeline bırakılmaması, aksine kamunun denetimine açılarak şeffaflaştırılması gereklidir. Aksi takdirde devlet aygıtı, bu sosyal harcamaları, yurttaşını kendi isteği doğrultusunda ıslah etmek için kullanmaya kalkışabilir. Adana valisinin yakın dönem önce sokakta çeşitli eylemlere karışan çocukların ailelerine verilen yeşil kart desteğinin kesilmesi gerektiğini beyan etmesi veya yerel seçimin hemen öncesinde Tunceli halkına dağıtılan beyaz eşya yardımları bu tavrın en tipik örnekleridir. Öte yandan halen Türkiye’de uygulanan Şartlı Nakil Transferi Projesi, sosyal kaynakların toplum sağlığına nasıl olumlu bir katkı yapabileceğini göstermesi açısından oldukça olumlu bir uygulamadır. Bugün itibariyle çocuklu yoksul aileler, okul öncesi yaştaki çocukların aşılarını tam yaptırırlarsa ve kız çocuklarını okula gönderirlerse devletten nakit kaynak alabilmektedir. Bu bağlamda 2003 yılında Avrupa Birliği’nin 15 ülkesinde yoksulluk riski oranının %15, Portekiz’de %19, Yunanistan’da %21 ve Türkiye’de %26 olmasına karşılık; Avrupa Birliği’nin 15 ülkesinde sosyal koruma harcamalarının 2004 yılı itibariyle %27,6, Portekiz’in %24,9, Yunanistan’ın %26,0 ve Türkiye’nin %12,5 olduğu dikkate alındığında,8 Türkiye’de sosyal koruma transferlerinin arttırılması gerektiği ortadadır. Son olarak sadece formel sektörde çalışanları değil tüm yurttaşları evrensel bir sağlık güvencesine alan, çocuk ve yaşlıları özel olarak gözeten, katkı payı ve prim temelli uygulamalar yerine, tabana yayılmış bir vergilendirme sistemi ile fonlanan bir sosyal güvenlik sisteminin ve çalışmaya endekslenmeyen bir yurttaşlık gelir hakkının varlığının sağlıklı yaşama hakkı için kritik önemde olduğunun altı çizilmelidir.

Son Söz Yerine;

Silaha ayrılan kaynakta yapılacak %1’lik bir azalmayla dünyadaki tüm çocukların okur-yazar olmaları sağlanabiliyorsa; Avrupa ve ABD’nin parfüme harcadığı parayla dünyadaki tüm kadınların doğum ve sağlık sorunları çözülebiliyorsa; dünyada su ve sağlıklı hijyen şartları için yıllık 9 milyar dolar harcama gerekirken, Avrupa’nın yıllık dondurma tüketimi 11 milyar dolarsa ve dünyada herkesin temel eğitim alması için yıllık 6 milyar dolar gerekirken ABD’de kozmetiğe harcanan para 8 milyar dolarsa kapitalizmin sınırsız tüketim histerisini, eşitsiz büyüme yasasını ve bölüşüm ilişkilerini sorgulamaya girişmeden yoksulluk sorununu çözmeye kalkışmak mümkün olabilir mi? İsterseniz girişte olduğu gibi Carolina Maria de Jesus’un satırları ile yazımızı noktalayalım. Ne yazık ki para kazanmanın tek amaç olduğu bu dünyada Jesus’un ifadesiyle “yaşamaktan daha zor bir şey yoktur”.

KAYNAKLAR

1) OECD. Growing Unequal? Income Distribution and Poverty in OECD Countries, OECD, 2008.

2) Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politika Forumu. Çocuk yoksulluğu. http://www.spf.boun.edu.tr/docs/Cocuk%20Yoksullugu%20Calisma%20Grubu%20kurulus%20bildirgesi.pdf, 2005. (Erişim Tarihi: 16 Kasım 2008).

3) Buğra A, Keyder Ç. Kent nüfusunun en yoksul kesiminin istihdam yapısı ve geçinme yöntemleri. http://www.spf.boun.edu.tr/docs/kent_yoksullugu_rapor.pdf, Şubat 2008. (Erişim Tarihi: 16 Kasım 2008).

4) Alpan Y. Yoksulluğun pençesindeki çocuklar. Çalışma Ortamı Dergisi 2007; 94: 2-3.

5)Kolaç N, ve ark. Pazarda çalışan çocukların çalışma durumları ve sağlık durumları. TTB Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi 2006; 26; 30-6.

6)Uluslararası Çalışma Örgütü. Küresel istihdam eğilimleri 2008. Cenevre. www.ilo.org/trends (Erişim Tarihi: 16 Kasım 2008).

7) İnsan Hakları Derneği. Ordu, Giresun ve Sakarya’da mevsimlik fındık işçileri ile ilgili araştırma ve inceleme raporu. http://www.ihd.org.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=946:ordu-gesun-ve-sakaryada-mevsl-findik-lere-garairma-ve-celeme-raporu&catid=34:el-raporlar&Itemid=90 (Erişim Tarihi: 16 Kasım 2008).

8) Buğra A. Kapitalizm, yoksulluk ve Türkiye’de sosyal politika. İletişim Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2008.

 

* Bu makale Birikim Dergisi’nin 243. sayısında (Temmuz 2009) yayınlanmıştır.

Son Yazılar

antalya cagdas

2024-2026 Adaylarımız

Antalya Tabip Odası 2024-2026 dönemi için aday listemiz ve adaylarımızın kısa özgeçmişleri YÖNETİM KURULU  ADAYLARIMIZ

Paylaş:

Bize Ulaşın