Hatırlıyor musunuz yetmişli yılların ortalarında Merck ilaç şirketinin Genel Müdürü ilaç pazarının hasta insanlarla sınırlı olmasını büyük bir sorun olarak tanımlamıştı. Hatta Genel Müdür, daha o zamanlarda amacının tıpkı ciklet gibi sağlıklı insanlara yönelik ilaç üretmek olduğunu söylemişti bizlere. Çünkü O, sadece hastalara değil herkese ilaç satmaya muktedir hale gelince mutlu olabileceğine inanıyordu.
Yetmişlerin ortalarından seksenlerin ortalarına gelindiğinde, serbest piyasa ekonomisine balıklama dalmamız sayesinde tanıştığımız tüketim kültürü, dayanılmaz cazibesi ile renklendirdi gündelik yaşamlarımızı. Ardından hızlıca imajlarımız restorasyona uğradı. Sonra kentlerimizin çevresini “beyaz adam”ın gettoları sardı. Aynı kentte yan yana ama birbirine değmeden ayrı yaşamlar yaşanmaya başlandı. Çocuklarımız kapıcı çocuklarıyla aynı sıraları paylaşmaz oldu. Ve evlerde ayakkabı ile gezmek; yemek, puro ve şaraptan anlamak “çağdaş insan”ın ölçüsü addedildi. İşte ilaç da gündelik yaşamlarımız gibi o zamanlarda değişime uğradı. Ve görmeyen gözlere ilk kez Wachowski kardeşler, modernite sonrası bu toplumda artık hapın sadece “hap” olmadığını, aksine bir yaşam tercihi olduğunu gösterdi. Morpheus’un uzattığı “kırmızı” ve “mavi” haplardan birisini tercih etmeye çalışan Neo, aslında hepimize ilaçların artık yaşamımızı değiştiren bir güç olduğunu söylüyordu.
Ama aslında hâlâ bir sorun vardı: İnsanların çoğu kendilerini “yeterince” sağlıklı addediyorlardı. O zaman çözüm sade ve basitti: İnsanlar, “yeterince” sağlıklı olmayabilecekleri konusunda ikna edileceklerdi: Her keseye, her sınıfa, her varolma kimliğine yönelik geliştirilen paket paket check-up’lar bir “ikna yöntemi” olarak hayatımıza girdiler. Kendilerinin “sağlıklı” olduğunu düşünenler kan, bok, idrar, balgam veya vajinal salgılarının incelemeleri sonucu gördüler ki; “normal” değildiler. “Yeterince” test yaptıranlar, testlerin birisinde kendilerinin “yeterince” sağlıklı olmadığını gösteren “normal dışı” bir sonuca sahip olduklarını fark edip şok oldular. Çağ artık paradoksların zamanıydı: Modernitenin “tek tip”liğinin sorgulanıp mahkûm edildiği bir çağda, insanlar “normal”liğin faşizmine tutsak düştüler. Egemen söylem bir yandan “farklılık”ları kutsarken diğer yandan da her farklılığı aynı zamanda “patoloji” ve “hastalık” olarak etiketliyordu. Hezeyan artık öyle bir düzeye ulaşmıştı ki, çok değil bir kuşak önce çocuğunun “yaramaz”, “utangaç” ya da “çekinik” olduğunu düşünen anne ve babalar, artık çocuklarının “dikkat eksikliği ve hiperreaktivite bozukluğu” veya “sosyal fobi”den muzdarip olduğuna inanıyorlardı. Ve elbette bu bir “devrim”di. İnsan, hayatın her bir noktasının son derece güvensiz ve tehlikelerle dolu olabileceğine ikna edilmişti sonunda: Güvenilmez sevgili fırsatını bulduğu anda aldatabilir; baba cinnet geçirip ailesini doğrayabilir ya da çocuk sağlıklı gibi görünse de aslında çoktandır büyük bir hastalığın pençesinde kıvranıyor olabilirdi.
Hiç kuşku yok ki her daim iktidarın sözcüsü olmuş akademi de bu hezeyanı yaptığı “bilimsel” araştırmalarla destekledi. Bıkmadan usanmadan toplumun farkına varamadığı “görünmeyen” bu tehlikelerin, bir buzdağı gibi tahmin edilenden çok daha büyük olduğunu topluma anlattı. Ve elbette akademi, hastalık ve tehlike sattığı oranda şanına şan, ününe nam ve banka hesabına nakit katıyordu. İşte akademi ile piyasanın bu birlikteliği sonunda “gayri meşru” piçler olarak peydahlandı kimi “hastalıklar”. Modernite sonrası toplum, arteriyel tansiyonun ve kolesterolün normal değerinin önlenemez düşüşüne tanık oldu her gün. Kellik, kırışıklık veya mens öncesi fizyolojik değişiklikler “bozuk”luk olarak tanımlandı. Topluluk önünde konuşmaya çekinen veya konuşurken kalbi fazladan birkaç vuru yapan insanlar “sosyal anksiyete” olarak stigmatize edildi. Yaşlanmanın doğal sonuçları olan menopoz ve osteoporoz tedavi edilmesi gereken hastalıklar olarak kabul edildi. “Sıfır” belki matematikte “yok” anlamına geliyordu ama tıbbın iktidarında sıfırın anlamı da değişti: Hiçbir yakınması olmayan insanların solunum testleri, “ideal” insanın “normal” solunum test değerlerine uymadığı için “anormal” addedildi ve bireyler “Evre 0” hasta olarak damgalandı. Evre “0” olan “hastalar” hekimlere ısrarla hasta olmadıklarını söyleseler de, küresel kılavuzların emirleri doğrultusunda hekimlik yapan beyaz önlüklülerden hep aynı yanıtı aldıkları için, “var olan” hastalıklarının farkında olamadıklarına inandırıldılar. Ellerine hiçbir zaman kullanmayacakları “fıs fıs”lar tutuşturuldu. Zaten üçüncü bin yılda “ilaç”lar kullanılmak için değildi. Aksine onlar insanın “yeterince” sağlıklı olmadığını ve kişinin her daim tıbbın iktidarına muhtaç olduğunu kanıtlayan bir imajdı sadece. Ve “uygar” dünyanın toplumu o günden sonra “Prozac Toplumu” olarak anılır oldu.
Aslında çağlar boyu “insanlık” adına ve “insani” amaçlarla davrandığını iddia eden tıbbın pek çok alanında “hastalık” tanıları güvenilir değildi. Dahası “hastalık” kriterlerinden pek çoğu “ideal” ve “kusursuz” insana göre tanımlanmıştı. Tıbbın “hastalık” kriterleri imkânsız bir eşiği “normal” diye insanlığa dayatıyor ve sonra bu eşiklerin altında kaldığı için insanların “iyiliği” için onları “kontrol” altına almaya kalkışıyordu. Sağlık alanında günün geçer söylemi hastalıkların “kontrol”üydü artık. Çağ “kontrol” çağıydı. Büyük birader bir kez daha tıp sayesinde herkesi “gözetliyor” ve “kontrol” altına alıyordu. Hiç kuşku yok ki “düzen” tıbba bu hizmetinin karşılığını fazlasıyla ödüyordu. Tıbbın tüm müdahalelerinin gerçekte insanların beden ve ruhlarına tecavüz olduğu kamuoyunun gündemine bu nedenle hiç getirilmiyordu. Hekimlerin hastaya, sağlık çalışanlarına ve tüm topluma “order”[1] verme yetkisi sorgusuz sualsiz kabul ediliyordu. Ama her imtiyazın bedelinin ödetildiği bu dünyada, hekimler de kendilerine bahşedilen bu imtiyazın bedelini ölümcül bir başarı beklentisine tabi kılınarak ödediler. Hekimler de diyalektik çatışmanın yaşandığı hayatta bu beklentinin altında ezilmemek için egolarını şişkinleştirdiler. Kendilerini her daim “Bay Doğru” gibi hakikatin biricik sözcüsü ilan ettiler. Herkesi tüberkülozlular, alkolikler, orak hücre anemililer, asker olabilenler, araba kullanabilecek olanlar, çalışmaktan uzak duracak olanlar, kilit altında tutulması gerekenler, suç işleyebilir ve işlemeye yatkın olanlar… diyerek etiketlediler. Zaten İmparatoriçe Maria Theresa’dan beri bildikleri ve yaptıkları en iyi iş buydu. Zamanla işlerinde yetkinlik kazandılar: Ellerinde olduklarını zannettikleri bir cetvelle toplumu ölçmeye, biçimlemeye ve ona göre standardize etmeye kalkıştılar. Artık “toplum sanki bir klinikti ve insanlar kan basınçları sürekli gözlenen ve normal sınırlar “içine” düşecek şekilde ayarlanan hastalardı”. Evet, hiç kuşku yok ki bu durum yıllar önce ifade edildiği gibi bir hastalık avıydı. Ama günümüz dünyasında bu av eskisinden farklı olarak; kimsenin kazanamadığı, herkesin herkesi yediği, herkesin bir başkasının kanında boğulduğu bir sürek avına dönüşmüştü.
Belki de piyasa ile kusursuz biçimde eklemlendiği için kardiyoloji ve psikiyatri alanı bu sürek avının öncüsü ve nirvana noktası oldu. Hükümet dışı örgütlenmelerin “insanlık” adına ve “insan” için giriştiği sivil projelerle askeri bir hayatın kodları yaşama dahil edildi. Herkes rakamlara boğuldu: Kafa çapı, kol uzunluğu, bel genişliği, boyun çevresi, kolesterol düzeyi, ruhsal ölçek puanları ile başlayıp sonu gelmeyecek biçimde süren numaralar yaşamı nizamileştirdi. Herkes ama herkes, evet evet 7’den 77’ye herkes; sağlıklarının “kontrol” altında olması için numaraların emrine uymaya çağrıldı. Zaten gün sağlığın değil, riskin günüydü. “Kırmızı giyen” Kalp Tanrı’sı, herkesi kalp “riski”ni öğrenmek için cep mesajları atmaya zorladı. Öyle ya piyasa risk demekti. Piyasanın güvenilmez ortamında kimin iflas edeceği bilinmezdi. Nasıl ki herkesin birbirini yutmaya çalıştığı piyasada ancak riskleri analiz edebilen ve bu risklere göre önceden önlem alabilenler ayakta kalıyordu. O zaman insan da bu çağa ayak uydurmalıydı. İnsan da piyasalaşan bu dünyada riskleri bilerek önceden önlem almalıydı. Hem küresel konseptte bu sürece uygundu. Her yerde her sorun “önleyici savaş” doktrinine göre “çözülüyor” ve dünya bu paradigma çerçevesinde yeniden dizayn ediliyordu. İnsan hayatı da bu savaş doktrininden azade olabilir miydi?
Ama yine de işler iyi gitmiyordu: “Herkes” bu sürece dahil olmuyordu. Her ne kadar check-up’lar bu sürece destek verse de yine de istenildiği kadar müşteri yaratılamıyordu. Korku ve güvensizlik hedeflendiği kadar körüklenemiyordu. Toplum yaşayarak öğrendiği gerçekleri bir çırpıda unutmuyordu. O halde “gerçekler” yeniden yazılmalıydı. Ve sponsor firmalar yeniden yazmaya başladılar gerçekleri. “Kalp yaşı”, “akciğer yaşı” uydurmaları bu sayede yaratıldı. Bir margarin firması hiç utanmadan hem de risk grubunda olmayan otuzlu yaşlardaki bir kadının “kalp yaşı”nın aslında kendi yaşından daha ileri olduğunu açıkladı. Kritik moral eşiği aşılmış ve “günahsız” olan ilk taşı atmıştı. Gerisi kendiliğinden gelecekti…
Ama “insan”ları düşündüklerini iddia edenler, bir insana hastalık tanısı konulunca onun neler hissettiğini hiç ama hiç düşünmediler. Çünkü onların görevi sadece “tanı” koymaktı. Tanıdan sonra bir insanın stresinin yoğunlaşacağını, kendisinin yetersiz olabileceğini düşüneceğini, aktivitesini yitireceğini, belirsiz gelecek kaygısı nedeniyle özerkliğinin kaybolacağını ve bu nedenlerle de tıbbın iktidarına teslim olacağı akıllarına hiç gelmedi. Çünkü onların çoğu büyük bir samimiyetle sorgulamadan işini yapıyordu. Yaptıkları işin neden olduğu hasarın, bir insan için hastalık tanısı konulmadan önceki duruma göre çok daha katlanılmaz ve sağlıksız olabileceğini kabul etmeleri mümkün değildi. Çünkü onlardan pek çoğu tıp mesleğini öğrendikleri ve sürdürdükleri bir yaşamda İllich’in ve Foucault’un dahi adını duymamıştı. Profesyonel egemenlik, klinik, sosyal, kültürel ve simgesel iatrojenez kavramlarından bihaberdi. Hekimliğin temel fonksiyonunun çağlar ötesinden bu yana “gerçekleri maskelemek” olduğunu hiç görememişlerdi. Eğitim sayesinde kortikal faaliyetleri öylesine formatlanmış ve aynılaştırılmış ki, onlara göre her sorunun nedeni insan ve onun genetiğiydi. Onlara göre seratoninler, nörotransmitterler, sitokinler hastalıkların temel nedenleriydi. O nedenle McDonald’s dünyasında obesitenin nedenini genlerde aradılar. İşin en kötüsü bu çarpıklık tıbbın bir ya da birkaç alanında yaşanmıyordu. Tıp bu zihniyet dünyasına tümüyle teslim olmuştu: Bu nedenle kot kumlama işi nedeniyle gencecik insanların ölümü silikaya bağlanıyor; pencereleri bile olmayan bir minibüste ölen işçilerin yağmur nedeniyle öldüğü söylenebiliyor; masraflar azalsın diye hiçbir önlemin alınmadığı bir madende yaşanan ölümler metan gazına bağlanabiliyor ve hatta bir deprem sonrası insanları kerpiçlerin öldürdüğü iddia edilebiliyordu. Evet, yıllar önce İllich’in söylediği gibi artık “tıp kurumu sağlık için büyük bir tehlike haline gelmişti” ve bu “tıp sisteminin iflas etmekten başka yapabileceği bir şey yoktu.”
Ve çekinmeden ifade edelim ki artık bu durumun sürdürülebilirliği kalmamıştır. Yeni bir sağlık paradigmasına ihtiyacımız vardır. Düzen ve denge kadar kaos ve karmaşaya; normal kadar normal dışına da muhtaç olduğunu kabul eden bir insanlığa ihtiyacımız vardır. Ve elbette sağlığı, insanın birey olarak özerkliğini yetkinleştiren bir yerden, toplumsal ilişkiler bağlamında yeniden tanımlayan bir kültüre ihtiyacımız vardır.
İşte bunun için sağlamın hastalaştırıldığı check-up programlarını mezara gömmek ve sağlık birimlerine tapınma kültüründen vazgeçerek acının, kederin, ağrının, gözyaşının hastanelik olmadığını idrak etmek zorundayız.
Artık mütevazı bir hekimlik san’atına ihtiyacımız vardır. Tüccarlıktan ve bezirgânlıktan uzak; mucizeler yaratamayacağının farkında olan; haddini ve hududunu bilen; egosunu törpülemiş; iktidarı iğdiş edilmiş; anlaşılır bir dil kullanan; emir yağdırmaktan uzakta; dayanışma ilişkilerini ören bir hekimliğe ihtiyacımız vardır.
Ve hiç kuşku yok ki; mucizelerle hesaplaşmak zorundayız. Mucize doktorların, mucize ilaçların, mucize tetkiklerin, mucize hastanelerin, mucize ameliyatların,.. tümünün katışıksız yalan ve şarlatanlık olduğunu gören bir zihniyete ihtiyacımız vardır.
Yaşlanma ve ölüm gibi iki hakikatin insan denilen canlının zorbalığını önleyen iki sigorta olduğunu fark eden ve bu nedenle de bu iki gerçeği yok etmeye değil, onları anlamaya ve yaşamaya çalışan bir hayata ihtiyacımız vardır.
Ölüme karşı savaşım veren bir tıbba değil, yaşamı insanileştirmeye çalışan bir tıbba ihtiyacımız vardır. Ama bu değişimi sağlayabilmek için ölümle hesaplaşmak zorundayız. Hastane yataklarında yarı ölü bedenlerin çektiği acıyı ve aşağılanmışlığı biraz olsun azaltmak için, gündelik yaşamı onlarla birlikte yaşayabilecek biçimde yeniden dizayn etmeye ihtiyacımız vardır. Dahası bugünün hospis’lerinde[2] “ölüm ebe”lerinin[3] eşliğinde “insanca” ve “onurlu” biçimde ölüme koşturulan ve bu koşularında her bir iniltileri kayıt altına alınan insanlığa yeniden insanlık onurunu geri vermeye ihtiyacımız vardır. Ve bilelim ki, ölme hakkını tıbbın elinden alıp yeniden insanlığa geri verebilirsek, ölümü yeniden doğallığına kavuşturabilirsek işte ancak o zaman ölüm insanca ve onurlu olabilecektir. Tıbbın tüm yalanlarına ve kutsallıklarına karşı çıkarak, insanların istedikleri anda “çekip gitme”ye hakları olduğunu ve bu hakkın hiçbir nedenle sınırlanamayacağını, yasaklanamayacağını ve kurallar altına alınamayacağını kabul eden bir tıbba ihtiyacımız vardır. Acının, yasın, gözyaşının, dövünmenin, sarılıp ağlaşmanın toplumsal dokuda ölümü doğallığında kabulleniş olduğunu anlayan bir insanlığa ihtiyacımız vardır.
Eli kolu bağlanan, neo-liberal sistem uğruna denetlenen, burnuna halka takılmış hayvan misali medyada gösteriye çıkartılan hastayı yeniden özgürleştirmeye ihtiyacımız vardır. Bu özgürleşmenin ilk adımı hezeyan haline varan takıntılarımızdan vazgeçmektir. İmajın gerçekliği aştığı bu dünyada, insanı imajlardan ve sağlık “haber”lerinden kurtarmak zorundayız. Bu nedenle belimizin neden ağrıdığı, klimalardaki gizli tehlikenin ne olduğu, ne kadar su içmemiz gerektiği, havuz sefasının tehlikeleri, bel fıtığının görülme yaşının ne olduğu, sarkık göğüslerin nasıl dikleştirileceği, obesitenin bulaşıcı olup olmadığı, depresyonun ne kadar yaygın bir sağlık sorunu olduğu,.. bizi hiç ama hiç ilgilendirmemeli. Çünkü bizler biliyoruz ki; tüm bu “haber”ler ve bilimsel “uyarı”lar, hastalığı hastanın elinden almak ve sağlık borsasında para kazanmak için beyaz önlüklüler tarafından uydurulmuş yalanlardır. Sağlık “haber”leri ve “uyarı”ları “asimetrik bilgi”nin gücüyle bireyi “asimetrik savaş”a zorlamakta, ama birey her şeyi kendisine yabancı olan bu savaş alanında istemese de tıbbın iktidarına teslim olarak nesne konumuna indirgenmektedir. O nedenledir ki, günümüz dünyasından üretmeyi ve eylemeyi sağlayan emek kovulmuştur. Gün satın almanın, eğitilmenin, tedavi edilmenin,.. günüdür. Ama unutmayalım ki, bir insanı edilgen kılarsanız o insanın yaşayan yanını öldürürsünüz. Yaşarken ölen bir insansa ancak bir başka insanı öldürerek var olmaya çalışır. Yaşamın bencilce bir yarış haline getirildiği bu dünyada edilgin kılınan insanlar hayatı var edemezler. Ve görelim ki, biyopolitik iktidar çağında insanın yaşarken öldürülmesi bu iktidarın var olmasının ilk koşuludur.
Ve biyopolitik bu iktidarı iğdiş etmek için sevinç kadar acının, mutluluk kadar elem ve kederin, başarı kadar başarısızlığın da hayatın bir parçası olduğunu ve yaşamı savunmak kadar onu riske atmanın da insana yakışır olduğunu kabul etmek zorundayız.
Ve sağlığın sadece eşitlik değil özgürlük olduğunu, insanı özgürleştirmeyen bir sağlık algısı ve hizmetinin herkese eşit olarak ulaşmasının, aslında faşizmin herkese ulaşması olduğunu anlamak zorundayız.
Ve belki de yanlış bir şekilde sağlıkta yanıtını arayıp durduğumuz insanın varoluşsal “eksik”liğini tamamlayacak olan asıl “ilaç”; ötekini kabul etme, karşılıksız yardım ve doğanın gerçeklerine saygıda saklıdır. Kim bilir?
* Hekim
[1] Bu cümlede “order” kelimesi sadece “emretmek” anlamında kullanılmamıştır. Aksine hekimlerin hastanelerde yatan hastalarına uygulanmasını önerdikleri ilaçları yazdıkları kâğıdın adının “order” olmasına atıf yapılarak, hekimlik mesleğinin otoriter yapıyı hangi mesleki uygulamalarla ürettiği vurgulanmak istenmiştir.
[2] Hospis: Çeşitli nedenlerle tedavisi mümkün olmayan ve bu nedenle ölümü haftalar veya aylar içerisinde gerçekleşecek insanların son sağlık bakımlarının yapıldığı kurumlara verilen ad.
[3] Kelimenin (ve elbette mesleğin) orijinal adı “death midwifery”dir.
Birikim Dergisi internet sayfasından alınmıştır