Sendikaların Güven Kaybı-Haluk Başçıl

Antalya Çağdaş Hekimler > Sendikaların Güven Kaybı-Haluk Başçıl

SENDİKALARIN GÜVEN KAYBI

Zonguldak Karadon kömür ocağında 32 işçinin işbaşında ölmeleri, sendikal örgütlenmeyi ve mücadeleyi, aynı zamanda da sendikalara güven sorununu bir kez daha gündeme getirdi.

‘TTK’da çalışanların hepsi sendikalı ve Genel Maden-İş’e üye. Buna karşın, özel ve kaçak ocaklarda çalışanların hepsi de sendikasız.  Sendikalı işçilerin de sendikalarına duydukları memnuniyetsizlikler, güvensizlikler giderek artıyor. Maden işçileri:  “Sendika belimizde bir kambur, sadece aidat alıyorlar, bir de bayramlarda hal hatır soruyorlar. Bunlar koltukçu sendikası” cümlesiyle güvensizliklerini dile getiriyorlar. Sınıf mücadelesinin yükselmesiyle birlikte, işçiler, sendikalarına yönelik sözel tepkilerini eyleme döküyorlar: 1 Mayıs’ta işçiler Türk-İş Başkanı’nı protesto ediyorlar, konuşturmuyorlar. Tekel işçileri de kürsüye çıkarak konfederasyonlarının başkanını kürsüden aşağı atıyorlar.   26 Mayıs’ta Tekel işçileri Türk-İş’in kararına tepki göstererek Türk-İş binalarını İstanbul ve İzmir’de işgal ediyorlar.

Önümüzdeki süreçte işçilerin sendikalarına yönelik tepkilerinin de yaygınlaşabileceği görünüyor. Sınıf mücadelesinin yükselmesiyle birlikte işçiler, bir yandan sermayeye karşı dışa dönük mücadele verirken aynı zamanda sendika yönetimlerine karşı da içe dönük mücadele vermek durumunda kalacakları bir sürece giriliyor. Kapitalizmin yaşadığı bu kriz ortamında, sendikaların güvenilir sınıf mücadelesi örgütleri haline dönüştürülmesi solun öncelikli gündem maddelerinden birisini oluşturuyor.

Sendikaların ve bazı devrimci yapılanmaların son dönemde öne çıkan sloganı:

Taşeronlaşmaya hayır!

Güvenceli iş istiyoruz!

Bu slogan, sermaye ile emek mücadelesinin tüm sıcak çatışma alanlarında, sendikalar ve sol siyasi gruplar tarafından yaygın olarak kullanılıyor.  Evet, bu slogan günümüzdeki emek sömürüsünün acımazlığını görünür kılıyor. Emperyalist politikaların emek sömürüsünü yoğunlaştıran neoliberal uygulamalarına karşı bir önceki dönemin sömürü araçlarının daha ‘insaniliğini’ seslendiriyor bir yönüyle. Ama aynı zamanda, güvenceli bir iş ve ‘insanca’ yaşanabilecek bir ücret talebini içeriyor ve onu hedefliyor. Kapitalist sistemde güvence nedir, iş nedir, güvenceli iş nedir? Böylesi bir tartışmanın saçmalığı açık olsa gerek. Dolayısıyla ortaya konan slogan sömürüye cepheden karşı çıkmak yerine onu kabul edilebilir sınırlara çekilmesini kabul edilir hale mi getiriyor?

İşçi sınıfının sermayeye karşı mücadelesinde, geçmiş mücadele deneyimlerinden yararlanmak günümüzün emek sermaye mücadelesine ışık tutabilecektir. Bu noktada,   Karl Marx ‘Sermaye ile Emek Arasındaki Mücadele ve Sonuçları’ başlıklı yazısında, bir dönemin öne çıkan ve sendikal mücadeleye katkı sağlayan sloganına yönelik yaptığı eleştiriyi, yeniden hatırlamak gerekiyor:  ‘Adil bir işgünü karşılığında adil bir ücret’ gibi tutucu slogan yerine, bayrakların üzerine şu devrimci sloganı yazmalıdırlar: ‘Ücretliliğin kaldırılması’.

Ücretliliğin (yani kapitalist sömürünün)  kaldırılması talebinin toplumsallaştırılmasında geçmiş yüzyıllara göre daha elverişli olanaklara sahibiz. Kapitalist üretimin artı değerin ötesinde insanların ruh ve fizik sağlığı üzerine doğrudan, doğal çevre üzerinden dolaylı etkileri, bilimsel gelişmeler sayesinde daha bilinir durumda. İletişim teknolojisindeki gelişmeler sayesinde de kapitalist sömürünün işçiler ve çevre üzerine olan olumsuz, yıkıcı ve geriye döndürülmesi zor sonuçları, dünyanın dört bir yanına hızla ve çarpıcı görüntüler eşliğinde ulaşıyor. Tüm bunların yanı sıra sınıf mücadelesi kazanımları ile birlikte gelişen hak, eşitlik ve adalet kavramlarının geniş toplumsal kesimlerin bilincinde ulaştığı nokta, sömürünün ortadan kaldırılması talebinin sahiplerini de çoğaltıyor.

Marksist dünya görüşünün reel sosyalizmin başarısızlığı ile birlikte gözden düştüğü, kapitalizmin tek ve geçerli toplumsal düzen olarak sunulduğu bir ortamda, sermayeye karşı işçi sınıfı mücadelesinin önemli bir alanını oluşturan sendikalar bundan en fazla etkilenen yapılanmalar oldu. Sendikal mücadelede önemli bir geçmişi ve geleneği olan ekonomist sendikal anlayış (sömürünün sınırlandırılmasının ötesine geçmeyen yaklaşım) tek geçerli politik hat olarak görüldü. Daha önceki dönemlerde ekonomist sendikal anlayışa karşı önemli direnç gösteren Marksist anlayışların büyük bir kısmı, ekonomist sendikal anlayışa hızla uyum sağladılar. Kendileri ile geleneksel sendikal anlayış ve kadroları arasına mesafe koymak için de aynı temelde ‘ama, farklı şekilde’ kendilerini ifade etmeye çalıştılar. Ücret sendikacılığı da diyebileceğimiz ekonomist sendikal anlayışın sol cenahta ve sendikal kadrolarda güçlenmesine yol açtı.

Geçen yıl yayınlanan Cahillikler Kitabı’nın radyo tanıtımında (yanlış hatırlamıyorsam) bir soru cümlesi yer alıyordu; savaşlardan üç kat daha fazla öldüren şey nedir biliyor musunuz? Her yıl savaşlarda 650 bin insan öldüğü belirtiliyordu. Evet, bunun yaklaşık 4 katı (2 milyon 300) işçi, her yıl, iş ‘kazaları’ ve hastalıkları nedeniyle yaşamlarını yitiriyor. Cahillikler Kitabı’nın tanıtımı amacıyla spot olarak verilen bu çarpıcı bilgiyi, bir başka şekilde de kurmak olanaklı. Emperyalist üretim biçimi ile birlikte gözlerden uzak tutulan bir savaş türü tüm ülkelere yayılmış ve acımasızca sürdürülüyor. Kapitalist üretimin sürdürüldüğü tüm işyerleri savaş alanı ve her bir dakikada 5 işçi bu savaş alanın da yaşamını yitiriyor (İLO verilerine göre). Verilere girmeyen kayıplarda göz önüne alınırsa yaşanan işçi kıyımının korkunçluğu bilinen hiçbir savaş ile mukayese edilemez.

Ülkemizde kamuoyunun gündeminde yer alan dolayısıyla bilinen ve görünün hale gelen birkaç sıcak çatışma alanını bir kez daha hatırlayalım:

1- İstanbul Davutpaşa’da bulunan kaçak havai fişek fabrikasında 31 Ocak 2008`de yaşanan patlamada 23 işçi hayatını kaybetmiş, 116 işçi yaralanmıştı. Kaza sonrasında işçi sendikaları, bu patlama ile işyerinin kayıt dışılığı,  işçilerin de can güvenliği ve işçi sağlığı tedbirleri alınmamasını, sigortasız ve güvencesiz çalıştırılmayı dile getirmişlerdir. Bilinen bu gerçeklerle bir kez daha hafızalar tazelenmiştir. ‘Kaza’ basının gündeminden düşmesiyle birlikte sendikalarında ‘yoğun gündemi’nin dışına düşmüştür. Ancak patlamada ölenlerin ve yaralananların yakınları bir araya gelerek, yaşadıkları, telafisi mümkün olmayan olayın peşini bırakmadılar. Hak ve adalet mücadelesini halen sürdürüyorlar. ‘Bazı ailelere ödenen güvence bedelinin tüm ailelere ödenmesi, bilirkişi heyetinin açıkladığı rapora göre sorumluluğu olan Çalışma Bakanlığı başta olmak üzere, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Zeytinburnu Belediyesi’nin yargılanma kapsamına alınması ve sorumluların hesap vermesi, patlamanın olduğu yerde ölen işçilerin anısına bir anıtın yapılması`talep ediyorlar.

2- Her 3 gençten birisinin işsiz olduğu ülkemizde, İstanbul’un izbe atölyelerinde, taşeron usulü bile değil, kaçak/kayıt dışı çalışarak kot taşlama işiyle kot kumaşlarını beyazlattılar. Kotları beyazlatan gençlerin tenleri de beyazlaştı, kot kumaşıyla birlikte. Kumaşı solduran kum taneleri akciğerlerini de soldurdu. Nefes alamıyorlar artık. Sadece Taşlıçay köyünde resmi hasta sayısı 187, doktora gitmeyenlerle beraber 300 kişi.  Silikozis adı verilen meslek hastalığından birer birer ölüyorlar. Resmi olmayan verilere göre, sigortasız hasta sayısı 3 bin civarında.

3- Son olarak 17 Mayıs 2010 tarihinde Karadon TTK maden ocağında oluşan grizu patlaması 32 maden işçisini öldürdü. Zonguldak’taki maden ocaklarında son beş ayda işinin başında ölen işçi sayısı: 90. Hayatta kalan işçiler, TTK kömür ocaklarında geçmişte 20 işçinin yaptığı işin bugün 5 işçiye yaptırıldığını söylüyorlar. Nasıl çalıştırıldıklarını da; ‘Dört saatte kazı işini tamamlamak zorundayız. Kazı işinde can güvenliği çok önemli ama kısa sürede bitirebilmek için seri hareket etmek zorunda kalıyoruz. Bu durumda da her gün geçmiyor ki irili ufaklı iş kazası olmasın’  diye belirtiyorlar. Hemen her gün yaşadıkları parmak, el kırılmalarının ‘kaza’ olarak dahi sayılmadığı,  sürekli ızdırabını çektikleri bel, sırt ve omuz ağrılarına sıranın gelmediği bir çalışma düzeni … Ciğerlerinin tozla dolmasına karşı maskeleri dahi yok. Ciğerlerine dolan toz görülmese de gözleri, kulakları burun delikleri tozla dolmuş olarak madenden çıkıyorlar.

İşçinin can güvenliğine karşı umursamaz yaklaşımlar yetmiyormuş gibi, aşırı ve yoğun çalışmanın getirdiği yorgunluk, yorgunluğun getirdiği dikkat dağınıklığı ve kendini koruyamama sonunda da yaralanmalar, sakat kalmalar; ‘…Kazanın olmasından bir gün önce patrona söyledik; bu vinç kopacak. ‘Bugün de şu kömürleri çıkarın yarın hallederiz’ dedi ve ertesi gün halat kopunca vinçle birlikte düştük. Hem vinç hem de arkadaşlarım üstüme düştü. Beni öldü diye hastanenin önüne bırakıp kaçmışlar. İki bacağım kırıldı, yüzümden de yaralandım. Bacaklarımda yedi tane platin takılı, evde cihazlarla yürüyebiliyorum. İki günde üç kez ameliyat oldum. İşveren haftada bir kez uğrayıp pazar paramızı bırakıyor.” Göçükle birlikte kamuoyunun haberdar olduğu, ama her gün telafisi olanaksız sağlık kayıpları…

Bu savaşın bir diğer boyuta da savaş harcamalarıdır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın işyerlerinde sermayenin lehine süren bu savaşın (iş başı ölüm ve yaralanmaları ile işe bağlı hastalıkların)  ülkemize yıllık maliyeti 35 milyar TL’dir.[1][1] Bilinen tüm savaşlardan daha kanlı, ama o derecede de gözlerden ve vicdanlardan uzak süren, giderleri de topluma ödettirilen bir savaşı yaşıyoruz. Bu savaş karşısında işçiler ve onların örgütlü yapıları ne yapmaktadır?

Taşeron usulü güvencesiz çalışmanın da ötesinde, Zonguldak’ta 500’den fazla kaçak ocakta binlerce işçi çalışıyor.  Buralarda nelerin yaşandığından işçiler ve ailelerinin dışında kimler ne kadar haberdar? Bu savaş karşısında işçiler ve onların örgütlü yapıları ne yapıyorlar?

İşçi şehri, Zonguldak, ‘emeğin başkenti’ üzerinden devam edelim. Maden işçilerinin ücretleri onlara verilen değerin de bir göstergesi. Kaçak maden ocaklarında her türlü güvenceden uzak, en alt kategoride yer alan maden işçilerinin, aylık ücreti 550 ile 780 lira arasında değişiyor. TTK’nın taşeron firmalarında ise ücretler; 780 ile 1000 lira.  Ne sigortaları var, ne de tazminatları. Üstelik kaza bedeli işçiye ait! İşçiler arasında var olan rekabet ortamında TTK’lı işçi kendini diğerlerine göre ayrıcalıklı görüyor; çünkü sendikalı. Dolayısıyla, sigortası var, tazminatı var, üstelikte eline geçen ücret daha fazla; 1800 lira.

Ücret adı altında yok pahasına işgücü satın alınan işçi sadece emek sömürüsü maruz kalmıyor. Emek sömürüsü sürecinde kendisini yeniden üretebilmesi için gerekli fiziki ve ruhsal sağlıklı olma halini sürdürebilme konumunu da hızla yitiriyor. İşçilere düşük ve düzensiz ücret ödenmesine, sömürünün yoğunlaşması karşı işçilerin/sendikaların mücadelesi ile elde edilecek kazanımlar, tabi son derece önemli ve bir önceki dönemin ‘zararlarını’ telafisi de sağlanabilir. Ancak iş kazası ya da işe bağlı hastalık nedeniyle vücut bütünselliğini ya da sağlığını kaybetmiş, sakat kalmış işçi hayatının hiçbir aşamasında bu yoksunluğunu giderebilme şansına sahip değildir. Hiçbir sınıf mücadelesi de bu kaybı telafi edebilecek kazanım getirmeyecektir. Dolayısıyla işçinin kendisini yeniden üretebileceği düzeyde bir ücrete mahkûm edilmesine olduğu kadar fiziki ve ruhsal sağlığının korunmasını da aynı düzeyde ele alan bir anlayış, ne yazık ki sendikal politikalarda kendisine göstermelik yada cılız bazı girişimlerin ötesinde yer bulamıyor. Konfederasyonlarda profesyonel bir kişinin sorumlu tutulduğu, onlarında bireysel çabalarına indirgenmiş bir anlayışla sürdürülen işçi sağlığı ve güvenliği yaklaşımının sonuçlarını; her gün işyerlerinde işleri başında ölen ya da meslek hastalığı nedeniyle geri kalan yaşamını tedaviden uzak ızdıraplar içinde geçiren sendikalı/sendikasız milyonlarca işçi canları ve kanlarıyla ödemektedir. Gerçekten günümüzde işçi sendikalarında işçilerin can güvenliklerinin sağlanması ve sağlıklarının korunmasına ilişkin etkin bir politik yaklaşımdan ve çalışmadan bahsedebilir miyiz?

İşçiler arası rekabet:

Emperyalizme bağımlı, kapitalizmin yukarıdan aşağıya doğru çarpık olarak geliştirildiği ülkemizdeki işçi ücretleri, emperyalizme bağımlı ve sömürge bir ülkenin özelliklerine uygun olarak belirleniyor. Ülkemiz koşullarında işçinin çalışması ve ertesi gün aynı işini sürdürebilmesi için kendisini idame ettirecek ihtiyaçları karşılayan bir para miktarının adıdır; ücret. Bu para miktarı ekonomik konjonktüre göre değişiklikler içerse de oluşturulan kurguya hep uygun kalmaktadır.

İş gücünü satmaktan başka hiçbir olanağı olmayan işçi, ancak alacağı ücret ile yaşabileceğinin farkındadır. Bu nedenle en kötü koşullarda ve çaresiz bir şekilde işi kabul ederek çalışır. Başbakan Erdoğan da Bakanları da bu durumu biliyor ve bu rahatlıkla, bilinçle cümlelerini kuruyorlar. Zaten işçi de durumunu bilmekte ve kabul etmekten başka bir yol da görememektedir. Tıpkı her gün ölümle karşı karşıya geleceğini bilerek tersanede çalışan işçiler gibi…

Bu durum işçiler arasında korkunç bir rekabeti de kışkırtmaktadır:

1-Çalışan işçiler ile işsizler / yedek sanayi ordusu arasında yaşanan rekabet;

Günümüzde işçi sınıfının çalışan kesiminin büyük bir kısmı normal 8 saatlik çalışma süresinin ötesinde 10-12 saat çalışmaktadır. Bu aşırı çalışma düzeni işçi sınıfının çalışmayan, işsiz sayısını, diğer bir deyişle yedek sanayi ordusunu daha da şişirmekte, aynı zamanda yedek sanayi ordusu ile çalışan işçiler arasındaki rekabeti daha da arttırarak onların aşırı çalışmayı kabullenmesine (düşük ücret nedeniyle benimsemesine) neden olmakta, dolayısıyla da sermayenin hareket alanını genişletmektedir. Aşırı çalışma, uzayan mesai saatleri güvenceli çalışan işçi sınıfının bir kısmının aldığı düşük ücretin, mesai nedeniyle artmasının sağlanması yaşam standardının yükselmesine de hizmet etmektedir. Bu durum aynı işyerinde mesai yapan ile yapmayan işçiler arasında dahi bir rekabetin doğmasına yol açmaktadır.

2-Güvenceli çalışan işçiler içinde de firmanın işçileri ile taşeron işçiler arasında yaşanan rekabet;

Aynı işyerinde şirket bünyesinde çalışan işçiler, taşeron firma işçilerinin kendi çay molası yerlerinde onlarla bir araya gelmeyi ve aynı anda birlikte çay içmeyi kabul etmemektedir.  Yemekhanede taşeron işçiler ile birlikte yemek yememektedirler. Taşeron işçi servis araçlarına en son binmekte ve ancak boş yer servis aracından yararlanabilmektedir. Tüm bunlar işçilerin taşeron işçi statüsüne duyduğu tepkiyi yansıtsa ve onların durumuna düşmekten duydukları kaygı vb gösterdiği şeklinde açıklansa da, taşeron işçilerinde de duyduğu kızgınlığa ve düşmanlığa ortadan kaldırmamaktadır.

3-Güvenceli (kayıtlı/sigortalı) çalışan işçilerle ile güvencesiz/kayıt dışı çalışan işçiler arasında yaşanan rekabet;

TİSK’e göre ülkemizde kayıt dışı çalışmanın oranı %60’a ulaşmaktadır. Bunun anlamı milyonlarca işçinin kayıt dışı, her türlü güvenceden uzak çalıştırılmasıdır. Güvencesiz çalışma işsiz milyonların olduğu bir ortamda aç karnın doyurulmasıdır. Aynı zamanda güvenceli çalışanlar ile rekabet halidir.

İşçi sınıfının bu parçalı yapısı işçilerin birlikte örgütlenmelerinde sendikal yapılanmalar için önemli sorunlar yaratmaktadır. İşçiler arasında var olan yoğun rekabet, işçileri bir bütün olarak sermayeye yönelik kızgınlıklarını ve nefretlerini ortadan kaldırmamakta, dahası bu temelde bir araya gelmenin de zeminini yaratmaktadır. Sermayenin kendilerini aşağılamasına ve yoğun sömürüsüne duyulan kızgınlık, güçlü bir ortak noktadır. İşçide kendiliğinden var olan bilincin sınıf bilinci haline getirilmesi ve içinde bulundukları durumdan çıkış yolunun ortaya konmasında sömürüye duyduğu karşıtlık temel alınmaksızın, kendilerinin bildiği ve her gün her saat yaşadıklarının onlara anlatılması şeklindeki bir politik sendikal anlayışın başarı şansı son derece zayıftır. Yaşanlar da bunu yeterince ortaya koymaktadır.

Sendikal Çalışma:

Sermaye karşısında kendisini zayıf aynı zamanda da güçsüz gören işçi, diğer işçilerle bir araya geldiğinde, yalnız olmadığını, ortaya çıkan işçi kitlesinin kendisini güçlü kıldığını ve toplumsal güç oluşturduğunu fark eder. İşçi sınıfının gücünün nereden geldiğini iyi bilen sermaye, işçilerin bir araya gelerek, kalabalık kitle haline dönüşerek toplumsal gücünün farkına varmasını istemez. Bunu için de işçiler arasındaki rekabeti arttırarak onları böler, parçalar. İşçilerin sayısal gücü bölünerek kırılır.

Sendikalar sermayenin bu politikasına karşı işçilerin bir araya gelerek, kendi aralarındaki rekabeti azaltan, işçileri bütünleştiren, örgütlü gücünün farkına vardırtan, aynı zamanda da sınıf okulu olarak önemli görevler üstlenmiştir. Sendikalar işçilerin ücretlerin arttırılması, çalışma ortam ve şartlarının iyileştirilmesi ile sömürünün sınırlandırılarak süreç içinde ücretli kölelik koşullarının ortadan kaldırılması doğrultusunda çaba sarf eder. Kapitalist sömürü mekanizmalarını işçilerin gözünde açığa çıkartıldığı ve bunların sınırlandırılması için işçilerin bilinçli bir biçimde hareket etmelerinin sağlandığı dönemler işçilerin sendikalarına güvenlerinin de en yüksek olduğu dönemler olmuştur.

Günümüzde, her gün, tüm işyerlerinde sermaye ile emek arasında süren küçük çatışmada, gündelik savaşta sendikaların başarılı olabilmesi, sömürünün ortadan kaldırılması mücadelesini de yürütebilmesine bağlıdır. Buna uygun olarak sendikaların, güvenceli/güvencesiz, kayıtlı/kayıt dışı, sigortalı/sigortasız, sendikalı/sendikasız vb. hiçbir ayrım gözetmeden, kendilerini tüm işçi sınıfının temsilcisi görmesi ve buna uygun davranması işçi kitlesinin ve diğer toplum kesimlerinin de sempatisinin kazanması, aynı zamanda emekçilerde/toplumda sendikalara yeniden güven duyulmasını sağlayacaktır. Kriz ortamında, işyerlerinin kapanması, işten çıkarmalar ile birlikte işsizliğin daha da artmasına karşı, sadece sendikalı işçilerin haklarını savunmanın ötesine geçerek, sayısal gücünün farkında olmayan ve düşük ücretle, her tür işi pazarlıksız olarak kabul etme durumunda olan milyonlarca işçinin çıkarlarını gözeten bir sendikal politika günümüzde önem kazanmıştır.

Sendikal mücadeleyi yalnızca sendikalı işçilerin çıkarları doğrultusunda yürüten sendikal anlayış; gerek işçiler, gerekse kamu görevlilerinin ücretlerinin maliyet olarak topluma kabul ettirildiği bir ortamda, sadece kendilerini düşünen, bencil ve dar çıkarlar peşinde koşan, güven vermekten uzak yapılanmalar olarak görülmelerini güçlendireceklerdir. Bu şekilde davranan sendikaların bir araya gelerek oluşturacak her türlü birlik, bencilliğin ve çıkarların birlikteliği olarak görülecek ve milyonlarca emekçinin sayısal birlikteliğini de sağlayamayacaktır. Nitekim son dönemde konfederasyonların bir araya gelerek oluşturmaya çalıştıkları birlik çabaları bunun örneklerinden birisidir.

Dr. Haluk Başçıl

İşçi Sağlığı ve Meslek Hastalıkları Uzmanı

***4 Haziran 2010 tarihinde BirGÜN gazetesinde kısaltılarak yayınlanan yazının tamamıdır

 

Son Yazılar

antalya cagdas

2024-2026 Adaylarımız

Antalya Tabip Odası 2024-2026 dönemi için aday listemiz ve adaylarımızın kısa özgeçmişleri YÖNETİM KURULU  ADAYLARIMIZ

Paylaş:

Bize Ulaşın