uzak geçmiş
Ben onu tanıdım. Zor adamdı. Sanırım zor adamlığı, yaşamının zorluklarından ona mirastı. Ayrıntılarına girmeyeceğim ama Aydın Çine’de genç yaşta dul kalmış bir annenin dişinden tırnağından arttırdıklarıyla büyüttüğü dört çocuğundan biriydi. Babasının ilk eşinden abisinin zaman zaman kol kanat gerdiği, bazen de kolunu kanadını çürüttüğü ilk gençlik yıllarında daha söz verdi kendine, ileride para sıkıntısı yaşamayacaktı. Bu yüzden belki büyük hayallerle gitti Almanya’ya. Aynı hayalleri yaşayamasa da para kazanmadı değil, ama saklamadı, saklayamadı. Çocukluğundaki yoksunluğun ağırlığıyla harcadı, sırtında taşıdığı onca halının alın teri paraları. Kendince yaşatmadı, eşine ve çocuklarına para sıkıntısını, ama bekledikleri kadar da yumuşak davranamadı onlara. Çok sonra, Türkiye’ye döndüklerinde eşi ayrıldı önce evden. Sonra kızı evlendi ve uzaklaştı ondan. Söylemese de ona, çok güvenirdi oğluna, yalnız bırakmazdı kendisini. Ama yanıldı, bu yazının sonunda öğreneceğiniz sonuna kadar, yıllardır telefonda bile sesini duymamıştı. Ama o gün oğlu hissedemeyeceğini bile bile onu okşayacak, duymayacak olmasına aldırmadan ona kızgın değil ama kırgın olduğunu fısıldayacaktı. Son yıllarını en küçük kız kardeşi ve yeğeni ile aynı evde geçirmişti. Ev küçücüktü, odası daha da küçük. Ama olsun ona aitti, eski evinden atmaya, dağıtmaya kıyamadığı eşyaları, anıları ile sıkış tepiş yaşamaya alışmıştı o odada.
yakın geçmiş
Gelelim benim Mahmut Dayı ile olan ilişkime. Her ne kadar dayı desem de aslında eski eşimin dayısıdır kendisi. Ama severdi beni de öz yeğenini sevdiği gibi. O nedenle eski eşime yüklendiği kadar bana da yüklenirdi, hekimler ve hastaneler hakkında. 20 yıl kadar öncesi dramatik bir şekilde tanışmıştı sağlık sistemimizle. Bir kalp krizi ardından by-pass operasyonu geçirmiş ve sonrasında hemen tüm komplikasyonlarla karşılaşmıştı. Bu nedenle yaşadığı sıkıntılar, hekim-hasta ilişkisi ve bakım hizmetlerinin yetersizliği ona her fırsatta hekimleri suçlama hakkını vermişti ve bu hakkı da bizler üzerinden kullanırdı. Ben her zaman sağlık sistemimize vurgu yapar sistemin bu sorunların nedeni olduğunu anlatmaya çalışırdım. Ama o kolayına geldiğinden olacak hep hekimleri suçlu görürdü, bu düşünceler ile şekillenen davranış tarzı nedeniyle de her hastaneye gidişi ardından eve hoşnutsuz dönerdi.
Ama son zamanlarda izlediği programlar hatta televizyon kanalları değişmişti. Bu kez zor yolu seçmiş ve söylenen ile yaşananlar arasındaki kopuk ilişkiyi sorgular, kişilerden önce sistemleri eleştirir olmuştu. Bu nedenle olsa gerek, ilk kez tartışmadı bizlerle en son kurban bayramındaki yemek sofrasında. Üstelik konu, onun en kolay ve en ağır darbelerle vurabileceği tam gündü. “Yok, bundan sonra muayenehanelerden geçmeden hastaneye yatış ve ameliyat”, “öğleyin hastaneden kaçıp gitmek” ve daha pek çoklarını acımasızca bize sayacak ve bizler ancak o tüm saldırılarını tamamladıktan sonra konuşmaya fırsat bulabilecektik. Ama öyle olmadı, “bu tam gün safsatası sizden çok bizleri vuracağa benziyor. Hastanelerin özelleşmesinin son durağı da geçiliyor. Artık bizleri hangi hastane kabul eder Allah bilir” diyerek şaşırtmıştı hepimizi.
son 4 saat
Sonraki karşılaşmamız hiç beklemediğim şekilde oldu. Ben dayı ile bundan sonraki keyifli tartışmaların tadını, bir çocuğun elma şekerini hayal ederken ki heyecanı ile beklerken o tartışmalara son noktasını koymuştu. Çünkü şu anda okumakta olduğunuz son dört saatinde, yaşamını sona erdirecek olan bir sağlık sorununa neden olan asıl yanlışı keşfetmişti. Ama yeni keşfini bizimle paylaşma şansı da kalmamıştı aynı anda. İşte bu nedenle ben paylaşmalıydım onun yerine dört saatte yaşadıklarını, daha da önemlisi hissettiklerini.
Ocak ayının son Çarşamba akşamı yedikleri balık yemeği sonrası alerjisi başlamıştı. Başta önemsemediği kaşıntıların artarak katlanılamaz hale gelmesi, vücudunda kızarıklıkların ortaya çıkmasıyla Balçova’daki evinden dolmuşla Dokuzeylül Üniversite Hastanesi aciline gitmişti. Acile ulaşmadan daha, önündeki kalabalık dikkatini çekmişti. Ama acilin içi dışarısından daha kalabalık ve karışıktı. Kaşınarak ve yüzü gözü şiş sıra bekledi, hayret ki sitem dahi etmeden muayenesini oldu. Birkaç enjeksiyon ve kısa bir takip sonrası eve gidebileceği, taburcu edildiği söylendi. Ama saat çoktan gece yarısını geçmiş, otobüs ve dolmuş seferleri sona ermişti. Önce acilin karşısındaki kafeteryada hem içini hem de avucunun içinde tutarak ellerini ısıtması için bir bardak çay içmek istedi. Ama çay plastik bardaklarda veriliyordu. Yine de aldı çayını ve plastik bir çubukla eritti şekerini. Metal kaşığın ince belli cam bardakta çıkardığı sesi hayal ederek, hatta hayalinde başka ince beller canlanarak bir masanın kenarına ilişti. Hayalleri uzun sürmeyecekti, hızla yaklaşan ambulansın sirenleri ile bulunduğu mekanın yakıcı gerçekliğine düşercesine dönecekti. Etrafına o zaman daha dikkatli baktı. Sessiz ağlayan gözler, boş ve çaresiz bakışlar, uykusuzluğun ve yorgunluğun o bilindik makyajı mor gözaltları ile karşılaştı. İçini sıkıntı kapladı, artık çayından da tat almamaya başlamıştı. Yılın belki de en soğuk gecesinde kendini daha bir üşür buldu bu sahnede. Evini, kendi odasını ne çok özlediğini duyumsadı.
Son 1 saat
Ani bir kararla ki ölümcül bir hataydı, dışarı çıkarak yürümeye başladı. Kafasındaki düşüncelerin sarhoşluğu ile ilk başlarda yağan yağmuru bile hissetmemişti, ama bir süre sonra hem yağmuru hem de dondurucu soğuğu iliklerinde hissedecekti. Şemsiyesini açtı, kabanının yakalarını kaldırdı. Hemen köşeden taksiye binmeyi düşündü ama cebinde sadece 15 TL olduğunu anımsadı. Halbuki emekli maaşını daha 10 gün önce almamış mıydı? Ne çabuk tükenmişti bu para. Sırayla şemsiyedeki ellerini değiştirip, şanslı diğerini cebinde ısıtırken, çaresiz devam etti yürümeye. Üşüyen ellerine inat kafasının içi, başında zebanilerin dikildiği katran kazanları misali kavruluyordu sıcaktan. Çünkü acilin kalabalıklığını, doktorların, hemşirelerin, teknisyenlerin nasıl hastadan hastaya koşturup durduğunu görmüştü. Daha fazlasını ne kendisi, ne de başka biri isteyebilirdi onlardan. Ama yine de şunu düşünmeden edemedi. Keşke öyle bir sağlık sistemi olsa ve gecenin yarısında hastasını soğuğun koynuna üstelik altta başka önemli bir hastalığı varken sadece tıbbi gerekçelerle taburcu ederek salmasa. Onun cebindeki paraya, evine sağ salim ulaşabilmesi için olanaklarına da bakarak, onu hasta dışında bir insan olarak görerek de taburcu edebilse, ama olmamıştı işte. Bu rüzgar da nereden çıkmıştı. Şemsiyeyi kah önüne katıyor kah gerisin geriye onu çekiştiriyor dengesini bozuyordu. Dışarıdan izliyor olsa şemsiyesinin ardı sıra sürüklenerek giden bir adam ona da komik gelirdi ama şimdi yürümek için daha fazla çaba sarf etmek zorundaydı ve üstelik hiçte keyif almıyordu. Her şey filmlerde ki gibi olsa ne güzel olurdu diye geçirdi içinden. Kafasının içinde bir anlık da olsa Frank Sinatra’nın sing in the rain parçası ile yağmurdaki dans görüntüsü gelip geçti. Şarkıyı ise daha da uzun süre duydu kulaklarının derinliklerinde. Ama yol uzundu, hava soğuk ve o kırgındı. Bankadan emekli maaşını çektiği günü hatırladı. Zaten üç kuruşluk maaşından bir de 65 TL ilaç ve muayene katılım payı kesilmişti. Her gün 9 tane ilaç içmek zorundaydı. İlaçlarını yazdırmak, rutin tetkik ve muayeneleri için her ay en az bir kez aile hekimine, bir iki kez hastaneye gitmek zorunda kalıyordu. Hele geçen ay olduğu gibi bacağındaki uyuşmalar nedeniyle nöroloji, dermatoloji muayeneleri için üniversiteye gidince maaşından azımsanmayacak bir bölümü SGK’a bırakmıştı. Buna rağmen bankadan eve dönüşte markete girmiş mutfak alışverişi yapmıştı. Ayrıca kardeşine birkaç paket sigara, yeğenine sevdiği çikolatalardan 2 tane almıştı. Hatta seviyor mu yoksa nefret mi ediyor bir türlü karar veremediği evdeki kediye bile sosis almıştı. Elektrik ve cep telefonu ödemeleri ve nihayet ev kirası için kardeşine verdiği bir miktar para çıkınca daha maaşın ilk günü cebine 30-40 TL harçlık kalmıştı. Ama bu kadarını yapmalıydı onlar için, bu yaşta yeğeninin eve getirdiği paraya ortak olmak zoruna giderdi çünkü. Kardeşi, yeğeni de olsa kimseye karşı başı eğik kalsın istemezdi. Şimdi bunları hatırladığında, kendiyle hoşnut ama neden bu kadar az maaş aldığına bir de üstüne üstlük bunun üzerinden de kesintilerin yapılmasına kızgındı. Hani yeni sağlık politikaları ile herkese daha güzel hizmet verilecekti, genel sağlık sigortası ile kendisi gibi emeklileri bırakın, fakir fukara bile ücretsiz bakılacaktı istediği sağlık kurumunda. 30 yıl çalıştıktan sonra SSK emeklisi olan kendisinden kim ve nasıl kesiyordu bu 65 TL’yi. Bunda bir yanlış vardı. Kendisi bunları yaşıyorsa işsizi, fakiri ne yapıyordu? Kafası allak bullaktı, ama nedeni bu sorulardan çok, onları sorarken kendine, cevaplarını da biliyor olmasının şaşkınlığı idi. Kendi ve diğer yaşamların farkına vardıkça beyni özgürleşiyordu. Ama neden aklı kuş gibi hafiflerken ayakları ağırlaşır olmuştu. İşte bunu düşündüğünde fark etti, teleferik yokuşunun başında olduğunu ve aynı anda soğuğu, yağmuru da hisseder oldu. Ama bir şey farklıydı. Artık kafasının içindeki ateş göğsündeki yanmaya terk etmişti yerini. Göğsünü her saniye daha da daralan bir mengenede sıkıştırıyorlardı adeta. Sağ eliyle duvara tutunarak çektiği acıyı hafiflete bileceğini düşündü. Ama acı yayılarak ve artarak sürüyordu. Artık ayakta kalmakta zorlanır olmuştu. O zaman hala sol eliyle şemsiyeyi kafasının üzerinde tutmaya devam ettiğini fark etti. Onu baston gibi kullanabilirdi. Açık olarak dayadı yere ve artık taşıyamadığı bedeninin yükünü bir anlık da olsa paylaştı onunla ama hemen sonra kayan şemsiyenin üzerine yüzü sola dönük kapaklandı kaldı.
Zamansız
Son acısı belli belirsiz sağ kaşının üzerindeki kesiden kaynaklandı ve kanı akarken kaldırıma sıcaklığını duyumsadı. Aynı anda acıları dindi, soğuk geride kaldı, aksine içini hoş bir sıcaklık kapladı. Aydın Çine’deki evlerinde odun talaşı yaktıkları teneke sobayı hatırladı, hemen yanındaki kanaviçe örtülü sedirde annesini gördü, sobada pişirdiği kestaneleri uzatıyordu kendisine. Yüzünde çok sık görmediği gülümsemelerin beklide en güzeli asılı duruyordu. İçinde kocaman bir huzurla uzandı ona doğru ve aklından sonra ruhu da özgürleşti aynı anda. Ne yazık bedeni o özgürlüğe ulaşamadı, kaldı geride. Kendi bedeninden sonra en son Balçova Korutürk mahallesinin evlerini ve uzaktan körfezin diğer yakasındaki çok sevdiği Karşıyaka evlerinin ışıklarını gördü. Sonrası? Mahmut Dayı için değil ama bizler için zaman devam etti. Ama ölüm en son ve katı gerçeklik olduğundan burada yazmaya gerek yok yaşananları. Aksi halde sabaha kadar buz tutmuş kaldırımda bekletmek cesedini hepimize ağır geldi. Yaşarken onun yaşamını zorlaştıranlardan, ölümünden sonra nasıl farklı davranmasını bekleyebilirdik ki. Ne yaparsın cahillik bizimkisi.
İşte Mahmut Dayının yaşamının bendeki özeti bu. O yaşamdaki hataları için eleştirebilirsiniz onu. Ama ölümü için aynı eleştirileri hak ediyor mu sizce? Bazıları diyecektir ki “nasıl yaşadıysa öyle öldü”, ama ben aynı şeyi düşünmüyorum. Ne hata yaparsa yapsın o bir bireydi, bildiğince ve elinden geldiğince iyi şeyler yapmaya çalışmıştı. Ama ölümü bir kalp krizi de değildir bence. Tıbbi yoksulluk yoluyla işlenen bir cinayettir. Sağlık sistemimizin, sosyal güvenlik sistemimizin, demokrasimizin ortak sorumluluğundaki sayısız ölümlerden biridir ve bu ölümler her geçen gün artarak sürmektedir. Çünkü zaten yoksul olanların sağlık hizmetine ulaşımında cepten ödemeler ile genel yoksullukları ağırlaşmaktadır. Mevcut eşitsizlikleri derinleştiren bu uygulama ne yazık ki bir sağlık finansman modeli olarak görülmektedir. Bir hekim ve insan olarak, bu ölümlerdeki kendi sorumluluğumu kabul ediyorum, peki siz? Şimdi bu sorumluluğumun farkında bir köşede oturamam, haydi gelin yalnız bırakmayın beni ve benim gibi düşünenleri. Sizleri bekliyoruz iyi hekimlikte. Sevgilerimle…
www.iyihekimlik.org tan alınmıştır