Bitirilmiş bir tartışmaya, gecikmiş notlar…-Fahrettin Erdoğan

Antalya Çağdaş Hekimler > Bitirilmiş bir tartışmaya, gecikmiş notlar…-Fahrettin Erdoğan

MÜSLÜMAN MAHALLESİNDE SATILAN SALYANGOZLAR

 

Fıkra bu ya; Kültür Bakanı dış geziler kapsamında denizi olmayan bir ülkeye uğrar. Görkemli bir törenle karşılanır. Karşılayan heyetten bir yetkili elini sıkarken tanıtırlar “Sayın Devlet Bakanı Falanca”.. Karşılıklı hal hatır sorulur. Bir ara bizimki “Özür dilerim sayın Bakan, siz nereden sorumlu devlet bakanısınız?” der. “Denizden!” der Devlet Bakanı, “Denizlerden sorumluyum..”. Bizimki şaşırmış bir durumda “iyi de” der, “sizde deniz yok ki Deniz Bakanlığı olsun?!..”.  Bakan cevap verir “Evet ama niye şaşırıyorsunuz ki; siz de Türkiye`de Kültür Bakanı değil misiniz?”

Türkiye`deki kültür sorunlarını irdeleyen birçok yazı yazıldı. Yazıyla yetinilmedi de.. Fikret Kızılok “Why high one why” şarkısında “baklavayla viski içen” tiplemeleriyle yerli kültüre şırınga edilen yabancı kültür çatışmasının yol açtığı “kültürel yozlaşmayı” anlattı. Elbette viskiyi baklavayla içmek kültürel bir yozlaşma değil, ancak kültürel bir alışverişin sonucu olabilir; sonuçta viskinin mutlaka çikolatayla içilmesi gibi bir kural olamaz, hatta içen şahsın midesi kaldırıyorsa turşu ile de deneyebilir. Burada dikkat çekilmek istenilen şey “kültürsüzlük” ya da diğer bir deyişle “görgüsüzlük”(!) olsa gerek. Şarkıda ifade edilen tiplerin diğer bir özelliği ise bunların bir kısmının “sonradan görme zengin” olmaları. “Eşofmanı giyip coking yapan” ve “assoliste çelenk ikram eden” bu sonradan görmelerdir.

Evet, kabul etmek gerekir ki ülkemizde insanlar baklavayla viski içtiği kadar, (Can Kozanoğlu`nun değindiği gibi) İngilizce küfür de ediyorlar. Türkçe`yi İngilizce ağız kırmalı telaffuz ediyorlar. Burada ifade edilen ise “görgüsüzlük”ten ziyade “görgülülük” hali. Yani medyadan yayılan kültürel görmüşlük(!)…

Türkiye`deki kültürel dejenerasyon birçok araştırmaya, filme, tiyatroya, şarkı sözlerine, karikatüre konu oldu. Konu ortaklığının dışında diğer önemli bir benzerlik ise konunun işleniş tarzıydı. Örneğin sosyal bir araştırmada dahi mizahi bir üslup hâkimdi. Başbakanlardan milletvekillerine, gazetecilerden askerlere, sanatçılardan öğretim üyelerine ve sokaktaki insana kadar uzanan kültürel başkalaşımın sosyologlarca dahi mizahi bir dille işlenmesi, Türkiye`de kültür sorununun kritiğini ve ulaştığı boyutu vurgulayan önemli bir göstergedir. Araştırmalarda mizahın ağır basması, araştırmacıların mizahçılardan daha marifetli oluşlarıyla değil, ancak çarpıklığın karakteriyle açıklanabilir.

Şimdiye kadar pek çok başbakan hakkında, kitaplar dolusu fıkralar yazabilecek malzeme bulabiliyorsunuz, üstelik hiç zorlanmadan. Bu durum her ne kadar “biz nice Hoca Nasrettinler yetiştirmiş bir ulusuz” açıklamalarıyla savuşturulmaya, eziklikten kurtulmaya çalışılmışsa da, toplumsal dejenerasyon kendini gizleyemiyor. Akbulut ve Çiller gibi meşhur “pot kırıcılar” (şimdilerde Erdoğan’ın potları gazetelerde bir hayli yayınlanıyor) başbakan olup, örneğin, 1979 Maraş Katliamı Davası 1 numaralı sanığı Ökkeş (Şendiller) Kenger önce milletvekili ve daha sonra Meclis`in İnsan Hakları Komisyonu Başkanı, darbeci Kenan Evren demokrat ilan ediliyorlardı. Ve daha neler, neler!..

İktidarın, hükümetlerin, düzen içi muhalif akımların ve toplumun sanata ve tarihi eserlere karşı yaklaşımları, bir savaşın bırakacağı tahribattan farksız oldu. 12 Eylül ve sonrasında kaldırılan ve kırılan heykeller, kazınan duvar resimleri ve yırtılan tablolar, sansürlenen kasetler ve sinema filmleri, yasaklanan ve yakılan kitaplar, bakımsızlıktan ya da yapılan kazılarla yok edilen tarihi eserler bir toplumun “kültürel görmemişliği”nin eserlerine dönüştü.

Kültür, tarihin hiçbir evresinde yöneten-yönetilen, sömüren-sömürülen çatışmasının dışında değil; aksine tam da içinde biçimleniyor. Yani kültür, bu mücadele tarafından oluşturulan bir ürün ve önemli bir silah.

Özellikle Özal hükümetleri döneminde izlenen rota kültürel çarpıklığın, bağımlılığın, yozlaşmanın iyice açığa çıkmasına ve süratle artmasına yol açtı. Geleneksel olanla “yeni” olan arasındaki kültürel çatışma toplumun bütün kesimlerinde ve hemen her düzeyde yaşandı. Kimlik bunalımları, toplumsal cinnet, farklı olanı yok etme isteği ve şiddete duyulan aşırı eğilim, kamusal ve özel alanlarda tahrifat, cemaat ilişkilerine yönelim, bireycilik, kapkaççılık, üçkâğıtçılık, adam kayırma, rüşvet, köşe dönmecilik, dolandırıcılık gibi liberal eğilimler “yükselen değerler” ilan edilerek toplumun dokusuna hızla yayıldı.

Yaşadığımız “kitle çağında” hemen hemen hiçbir şey medyatiklikten kurtulamadığı gibi, çoğunlukla da bu durum bizzat tasarlanarak sunuluyor. Bir filmin, bir şarkının, bir sanatçının ya da bir kitabın, bir ticari mamulün piyasada tutabilmesi, yani tüketilebilmesi ve talep yaratılabilmesi için tanıtımda da “medyatik” olmak, imaj bırakmak yasa haline getirildi.

Teknolojinin olanaklarından da alabildiğine yararlanarak yaşamın bütün dokularına yayıldı. Ticaretten sanata, politikadan moral değerlere kadar pek çok şey artık ambalajlanıp pazarlanıyor. Eğer ambalajı göz alıyorsa ne ala. İçerisindekinin kullanım değeri ambalaj açıldıktan sonraya kalıyor. Sadece ürünün bize sunulması değil, zevklerimiz de tasarlanıyor. Nelerden hoşlanmamız gerektiği, nelere önem verip nelere vermeyeceğimiz ve daha yığınla şey konusunda hayatımıza müdahale ediliyor bize hiç de fark ettirilmeden. Böylelikle beğenilerimiz, beklentilerimiz, yarınlarımız, kimliklerimiz, kişiliklerimiz ellerimizden alınıp, piyasanın bir parçası haline getirilip tasarımcıların, sermayenin insafına devrediliyor. Bize “dayatılmış kimlikler” içinden “seçme özgürlüğü” sunuluyor fakat hiç biri de bizim kişi olarak renk vereceğimiz, üreteceğimiz, müdahale edebileceğimiz türden değil…

Gördünüz mü?.

Demek ki neymiş?

Salyangoz her mahallede satılırmış!..

Alıcıları dünden razı olduktan sonra…

Son Yazılar

Paylaş:

Bize Ulaşın