AKP HÜKÜMETİNİN DIŞ POLİTİKASI VE ‘EKSEN KAYMASI’ ÜZERİNE…
AKP’nin dış politikası önemli bir tartışma noktası haline geliyor. Hükümetin dış politikada son dönemde yürüttüğü, Gazze/Hamas üzerinden İsrail karşıtı politikalar, Güvenlik Konseyi, nükleer silah/uranyum takası, daha öncesinde İran ile yapılan ikili ekonomik anlaşmalar vb hamleler, neler oluyor sorusunu gündeme getirdi. Bazı köşe yazarlarının, akademisyenlerin ve eski büyükelçilerin vb eleştirileriyle birlikte Türkiye dış politikasında eksen kayması tartışması şiddetlendi. Cumhuriyet döneminin geleneksel dış politikalarından kopuş olduğu, batıdan (emperyalist sistemden) uzaklaşıldığı, İslam ülkelerine yaklaşıldığı tartışmaları yeniden alevlendi.
Geleneksel cumhuriyetçi kesimler, dış politikada AKP hükümetinin Batılı (emperyalist) güç odaklarının çıkarlarına aykırı davranmasının ülkeyi ABD ve AB ile karşı karşıya getirebileceğini, zora sokacağını söylüyorlar. Diğer bir deyişle, efendilerine bağlılıklarını dile getirerek, rol kapma yarışına giriyorlar.
Sol cenahta bazı kesimler ve liberaller ise AKP’nin, ABD politikalarına karşı tavır içine girdiği ve ‘bağımsız (kontrol dışı) bir dış politikaya’ izlediğinden dem vuruyorlar. Gerçekten de AKP dış politika hamleleriyle, geniş toplum kesimlerinde önemli kafa karışıklıklarına yol açmış durumda.
ORTADOĞU’DAKİ BAŞ ÇELİŞKİ
Emperyalizme, ekonomik (IMF, DB, DTÖ, GATS vb ile), askeri (NATO’yla) ve siyasi (ABD ile ikili, AB ile çoklu anlaşmalarla…) her yönden tam bağımlı kılınmış bir ülkenin emperyalizmin bölgeye ilişkin (ekonomik, siyasi ve askeri) politikalarına aykırı hareket edemeyeceği açıktır. Emperyalist politikaların Türkiye’ye biçtiği ve AKP’nin içerde başarıyla uyguladığı ılımlı İslami rejimin dış politikadaki tezahürleri, emperyalizmin bölge planlarına aykırı adımlar olmayıp (bir kısım çevrelerin AKP’nin kontrol dışına çıkması değerlendirmelerinin aksine) bilakis ona uyum içerisindeki girişimlerdir.
Ortadoğu’daki baş çelişki, emperyalist sistem ile İran arasında olup, bölgedeki tüm çelişkiler bu baş çelişkiye göre şekillenmektedir. Emperyalizme bağımlı ve bölgesel bir güç olan Türkiye’nin de dış politikasını bu baş çelişki biçimlendirmektedir. Bu biçimlendirme dönemin karakteristikleriyle uyum içinde gerçekleşmektedir. Baş çelişkinin kapitalist-sosyalist sistem arasında olduğu iki kutuplu dünyada; kapitalist sistemin merkezi politikaları ve kapitalizmin kendi iç rekabetinin de buna uygun şekillendiği bir ortamdaki bağımlılık, dar bir alanda (tek tek ülkelerin hareket kabiliyetlerin daraltılması) şeklinde yaşandı. Kapitalist sistemin kendisini tehdit altında görmediği günümüz ortamında, uluslararası tekellerin kendi aralarında ve bunların gerisindeki devletlerin de birbirine karşı rekabetlerinin şiddetlendiği bir ortamda, dış politika (pazar, hammadde vb stratejik hedeflerin kontrolü ve güvenliğinin sağlanması) önceki döneme göre ülkeler/uluslararası tekeller açısından daha farklı seçenekleri ortaya çıkarıyor. Hareket kabiliyetlerini arttırıyor. Emperyalist sistemin baş çelişki olarak belirlediği ve çevre ülkelerinde aynen kabul ettiği bir konuda bu ülkelerin atacakları adımlar, bağımlılık ilişkisinin içinde kalmakta ve çelişkinin emperyalist sistemin istemine uygun çözülmesine katkı sağlamaktadır. Nispi bağımsızlık olarak ifade edilen şey, baş çelişkiye aykırı olmamak kaydıyla ön görülenin dışında davranmak ve bu doğrultuda tavır almak olarak değerlendirilebilir. Ancak bu farklı yaklaşımlar, güçler arasında uzlaşmaz çelişki boyutuna hiçbir zaman ulaşmamaktadır. Hatta sürece, dinamik ve çok yönlü bir zenginlik dahi kattığı söylenebilir.
İran’daki rejimin İslami rejim olması emperyalist odaklar açısından bir sorun teşkil etmemektedir. Sorunun kendisi, İran rejiminin (günümüzde neoliberal politikalar olarak da ifade edilen) emperyalist sisteme entegre olmadan varlığını sürdürmek istemesidir. İran’daki rejimin sisteme entegrasyonunun nasıl sağlanacağına ilişkin politikalarda; emperyalist odakların ve onlarla birlikte davranan çevre ülkelerin fikir birliğinde önemli mesafe kat ettikleri görülüyor. Bu entegrasyonun ‘kanlı mı, yoksa kansız mı’ olacağına ilişkin yaklaşımda, kanlı olması tercihi ağırlık kazanmaktadır. Kapitalizmin yaşadığı derin kriz, düzeltici savaş (kanlı çözüm) tercihini öne çıkarmaktadır.
KONTROL DIŞI RİSKLER
Savaşın kontrol dışına çıkmaması, ön hazırlıkların ve planlanmanın da iyi yapılmasını gerektiriyor. Rusya’nın ve Çin’in bu savaşın dışında tutulması, diğer bölge ülkelerinin de savaşa katılımlarının, dolayısıyla da savaşın yayılmasının, büyümesinin engellenmesi çok yönlü politikaları zorunlu kılıyor. ABD başkanlığındaki Batı ittifakının, İran’a yönelik askeri müdahalede, bölgede yaratılmaya çalışılan Sünni-Şii çatışması ve ülkelerin bu doğrultuda karşı karşıya gelmeleri, cephelerin oluşması önemli ve kontrol dışı riskleri bağrında taşıyor. İsrail’in varlığı, batı ittifakının ‘Hıristiyan Dünya’nın (medeniyetler çatışması ideolojisi ve politikasının) Sünni-Şii eksenini bir anda bir başka bölen olarak; Hıristiyan-Yahudi birlikteliğine karşı Müslüman (Sünni ve Şii) birlikteliğini yaratması önemli bir riski oluşturuyor. Ayrıca, Sünni ülkelerde halkın kendi işbirlikçi yönetimlere yönelik tepkilerin kontrol dışına çıkması göz ardı edilemeyecek bir ihtimal olarak ortada duruyor.
İran’ın kanlı bir şekilde emperyalist sisteme entegrasyonu Şii ittifakının parçalanmasını, Müslüman toplumunda da ortaya çıkacak tepkilerin şiddetinin ve boyutunun zayıflatılmasını, dolayısıyla da İran’ın yalnızlaştırılmasını gerekli kılıyor.
İran’a yönelik askeri saldırı karşısında en sert tepki gösterecek, hatta çatışmaya taraf olabilecek güçlerin başında Suriye, Hizbullah (Lübnan), Hamas’ın (Filistin) olduğu biliniyor. Çeşitli kaynaklara göre de İran-Suriye-Hamas ve Hizbullah arasındaki askeri ittifakın olduğu da söylenmektedir.
AKP HÜKÜMETİ TRUVA ATI ROLÜNÜ
BAŞARIYLA OYNUYOR
Son yıllarda, Türkiye’nin Suriye ile yakınlaştığı (Suriye ile İsrail arasında görüşmelerin başlatılmasında Türkiye’nin arabuluculuk girişimleri de dahil) iki ülke arasında çeşitli işbirliği anlaşmaları yapıldığı görülüyor. Aynı tür girişimler Lübnan ile yapılmıştır. Tüm bu yakın işbirliği anlaşmaları, AKP hükümetinin İsrail’e karşı saldırgan üslubu ile birlikte ele alındığında bu bölge halklarında bir güven tesisini de sağlandığı görülüyor. Dolayısıyla İran’a yönelik askeri bir saldırı karşısında, emperyalist sistem açısından en kritik fay hattını oluşturan bölge ülkelerine/halklarına yönelik Türkiye’nin önemli ve çok yönlü bir çaba içinde olduğu görülmektedir. Türkiye’nin karşılıklı olarak vizelerin kaldırılması anlaşması yaptığı ülkelerin: Suriye, Lübnan, Ürdün ve Libya olması bilinçli bir tercihin göstergesidir.
Türkiye’nin bu ülkelerle çok yönlü işbirliği; İran’a yönelik saldırıda, savaşın bölge ülkelerini de içine alarak yaygınlaşmasına karşı önemli bir bariyer oluşturabilecektir. Aynı zamanda, İran ile bu ülkeler/örgütler arasında var olduğu söylenen askeri işbirliğini zayıflatma işlevini de görebilecektir. Türkiye’nin askeri operasyona doğrudan katılmaksızın, Başbakan Erdoğan’ın, emperyalist ideolojinin bir ürünü olan Medeniyetler İttifakı Projesi Eşbaşkanı sıfatıyla üstlendiği rolün bir gereği olarak ‘Hıristiyan Dünyası’na yönelik celallenmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Bilakis yüksek perdeden Batı ittifakına karşı ‘hiddetlenmesi’; emperyalist saldırının başlangıç (kritik) evresinde İran’ın yalnız bırakılması politikasında büyük önem taşıyacaktır. Kısacası, Türkiye’nin bölgede her türlü ve çok yönlü politik girişimleri, İran’a yönelik saldırgan emperyalist politikalar için kolaylaştırıcı işlev görmektedir.
Sonuç olarak, Türkiye’nin bölgede izlediği dış politika; bir eksen kaymasının ötesinde, İran’ın emperyalist sisteme kanlı bir yoldan entegre edilmesine yönelik, geniş boyutlu planla yakından ilgilidir. AKP hükümeti, ülke içinde, emperyalist sistemin temel tercihlerini (neoliberal politikaları) ülke içinde fütursuzca uygulamış ve aynı zamanda bu politikanın acımasız sonuçlarının yoksullarca kabullenilmesinde, hareketsiz kılınmasında dini başarıyla kullanmış, kendinden beklenenleri yerine getirmiştir. Benzer şekilde;
İran’a yönelik kanlı planların hayata geçirilmesi sürecinde; bölge halklarının dini duygular temelinde teslim alınması; dinin, haksızlığa isyandan otoriteye boyun eğmeye, dolayısıyla halkların hareketsiz kılınmasında güven veren bir ülke, bir lider olarak Başbakan Erdoğan başarılı adımlar atmaktadır. Göründüğü kadarıyla AKP, emperyalist planın hayata geçirilmesinde ABD ve AB açısından vazgeçilmez konumunu başarıyla sürdürmektedir. İran yönetiminin ise, AKP hükümetinin her türlü arabuluculuk girişimlerini ısrarla ret etmesi, sadece kendi istediği zamanda ve alanlarda işbirliğine gitmesi Türkiye’nin oynadığı rolü fark ettiğinin bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.
AKP hükümetinin bu politikalarının, aynı zamanda, Türkiye Kapitalizmi’nin pazar alanını geliştirmeye yönelik boyutu da gözden kaçırılmamalıdır.
BirGÜN gazetesinden alınmıştır