Aile hekimliği hükümetin (geçmiş DSP-MHP-ANAP hükümetinin de, daha öncekilerin de) bir projesi! Bu işin çözümü bu, birinci basamakta sağlık hizmetleri böylece daha iyi verilecek diye düşünüyorlar, öyle inanıyorlar! Böyle düşünen hekimler de var, sayıları şu ya da bu (Konya Tabip Odası’nın yaptırdığı bir çalışmaya göre Konya’daki hekimlerin %70’i böyle düşünüyor (2004). İktidarların güçlerini kullanarak süreci empoze ettiklerini, dayattıklarını, hatta doğrudan ya da dolaylı tehdit ettiklerini de biliyoruz. Yakın geçmişte MHP’nin de yer aldığı koalisyon sırasında Türk Sağlık Sen’in nasıl büyüdüğünü yaşayarak gördük.
Bunlar bilinen şeyler diyebilirsiniz, kabul ederim. Peki, böyle bir ortamda sonuç itibarıyla tek başına bir pratisyen hekimin “hayır, ben aile hekimi olmak istemiyorum, olmayacağım” deme cesaretini de olağan mı buluyorsunuz? İktidarın her şeyin ötesinde prestijini ortaya koyduğu ve her geçen gün tek tek pratisyen hekimlerce “hayır, ben aile hekimi olmak istemiyorum” denilerek yerle bir edilişine güzelleme yapmak değil bu yazının amacı. Her birimizin, örneğin sizin, idarenin doğru bulmadığınız bir uygulamasına karşı en son ne zaman karşı durduğunuzu düşünmenizi istiyorum. Öyle fiyakalı, artistik, kabadayı ya da çok laf kalabalığı içeren bir “tutumu” değil, doğrudan mesleğinizi ilgilendiren bir konuda sade ve net bir ifadeyi soruyorum.
Elbette ben de biliyorum böyle çok örnek var. Peki ya siz biliyor musunuz Denizli’de tek tek olup ve aslında tek tek olmadıklarını bilen onlarca pratisyen hekimin ne yaptıklarını? İzmir’de pratisyen hekimlerin ve SES’in olağanüstü çabaları ile organize edilen on bine yakın katılımlı mitingi? E Antalya’dakini de kimse bilmiyorsa şaşmamalıyız.
Bunlar ufak işler diyenler olabilir. Haklısınız o nedenle Papa’nın gelişini izlemekte fayda var. Ardından Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve daha da sonra genel seçimler. Sıradan, basit, gündelik hayata tutunmaya çalışan ve kendini de (aynı zamanda) bir dünya kabul etmeyen ruh hali zaten en tehlikelisi. Buradan çıkışın yolu gündemlerimizi gündeme taşımaktan geçiyor. Öncelikle yapılması gereken de bizim gibi gündemleri olanlarla bir arada olmak, gündemlerimizi birleştirmek. Bakın o zaman kimin gündemi gündem oluyor!
Gelin siz önce bir kartpostal alın ve Denizli’deki bir sağlık ocağına yeni yıl kartı atın. Belki onlardan da size gelir. Kolayınıza geliyorsa “mail” atın, olur, ne diyeyim. İki satır de ne yaptığınızı ya da ne yapacağınızı yazın. Ama bir tane de sağlık müdürüne atın.
Benim yaptıklarım olursa ben de size yazarım. Küçümsemeyin, yapın ve yazın; çünkü 2000’li yıllar ve sağlıkta dönüşüm tarihi ileride yazıldığında yeriniz/yerimiz olmalı!
Geçen hafta Ankara Tabip Odası’nda “Risk Değerlendirme ve Sağlık Çalışanlarının Sağlığı Komisyonu” toplantısının başında ihtiyaç üzerine bir bilgi sunuldu. Çünkü bir önceki toplantıda sağlık alanında “kamuda” çalışanların statüleri konusunda farklı bilgilerimiz olduğunu fark ettik. Bir arkadaşımız DPT’den de danışarak aldığı bilgileri bizle paylaştı (o bilgilere de “ama şu da var” itirazları olmadı değil!).
Soru şu: Türkiye’de sağlık sektöründe kamuda kaç tür istihdam/statü var?
657’ye bağlı
i) 4 A (devlet memuru)
ii) 4 B (sözleşmeli memur-ne tam memur ne tam işçi)
iii) 4 C (geçici işçi) (hepsi ekim sonu itibarıyle 4B’ye geçti)
iv) vekil memur
4924 sayılı kanun kapsamında olanlar (eleman temininde güçlük çekilen yerlerde sözleşmeli sağlık personeli çalıştırılması…)
Hizmet satın alma (taşeron)
-iş kanunu çerçevesinde
– çoğu geçici işçi
Şimdi elbette bunları bilen biliyor, hepsinin hakları vs. de ayrı. Kısacası aynı işyerinde, aynı (!) işi aynı “kalitede” yapması istenen farklı haklara sahip insanlarla çalışıyoruz. Çok mu doğal?
Hükümet sorunu kendi istediği biçimde çözmek için önce iyice karıştırıyor. Sonra zamanla sadeleşmeyle “istenen” herkesçe görünür hale geliyor. Eh sıklıkla da atı alan üsküdarı geçmiş oluyor.
Birinci basamakta sözleşmeli çalışma aile hekimliği uygulaması ile hekimlerce daha yaygın yaşanır oldu, oluyor. İkinci basamak içinde Kamu Hastane Birlikleri yasa tasarısı sonrası sözleşmelilik hakim uygulama olacak. Çalışanlar anlık-kısa-orta vadeli(!) çıkar değerlendirmesiyle kabullenme eğiliminde olacaklar ve geri dönüşümü zor bir süreç yerleşecek. Doğrusu ihtiyaç hissederlerse yine karıştırıp yine sadeleşme de yapabilirler.
Bu işlerin temel gerekçesi ne? Bu da hepimizce biliniyor: Çalışanları (hekim başta olmak üzere, çünkü en fazla para ona gidiyor) güvencesiz, düşük ücretle istihdam etmek.
İyi de ne yapalım? Cevap çok bilindik. En fazla örgütlülüğe, sendikalaşmaya ihtiyaç olan noktadayız. Çalışanlar olarak farkındalığımızın arttığı ve bir arada davranmamızın en gerekli olduğu bir süreçteyiz.. Örneğin Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası’nın birimlerde seçim süreci yaşanıyor. Bu konuların konuşulduğu ve ne yapılacağının tartışıldığı bir şekilde değerlendirmek iyi olur. Sadece oda ile sınırlı bir tercihiniz varsa da yine yapacak iş benzer. Ama bilin ki sadece oda ile önümüzdeki sürecin “hakları talan edilmiş çalışanlar ortamında” durmak zor olabilir.
Dolayısıyla hep birlikte, bütün örgütlü yapılarla kuvveti oluşturmakta yarar var. Olabildiğince sağlıkçıların olduğu her yerde bilgilendirme, duyarlandırma çalışmalarına yoğunlaşmak gerekiyor. Çünkü “herkesin herşeyi bildiği” düşüncesi sıklıkla doğru olmakla birlikte aynı zamanda duyarsızlaştığı anlamına da gelebiliyor. Bu durum duyarlandırma yöntemlerimizi gözden geçirmeyi gerekli kılabilir ki bu da daha çok özenli çabayı ister.
Bakın yazının başlığı A, B, C idi. Evet hükümet 4A, 4B, 4C …diyerek aslında işin sonuna gelmeye çalışıyor yani V, Y, Z’ye. Bizim içinse iş/başarı örgütlenmenin A, B. C sinde yatıyor; unuttuysak hatırlayalım, biliyorsak uygulayalım.
TAT
Tutkularını soy
ince ince kıy
karıştır kavur
Düşlerin pembeleşince usançlarını süz ekle
Orta boy pişmanlıklarını küçük küçük doğra kat
Düşkırıklıklarını serpiştir
Bir tutam beklenti
Bir çay kaşığı özlem
Yarım su bardağı sevgi
Birkaç diş dövülmüş tasa
Coşku ateşini harla
Üzüntü kapağını kapat
Arada bir karıştır dünlerini yarınlarını
Dibi tutmasın kıs umutlarını
Bu ara kuşkularını ayıkla
İsteklerini rendele üzerine
İki düş kır çırp
Bir gerçek sık
Dinlenmeye bırak doğrularını yanlışlarını
Özlemlerini erit derince bir kapta
Anılarını boca et sonra
Kıvamlaşıncaya dek bekle
Sonra dön yine tencereye
Suyunu çekmişse pişmiş demektir
Söndür düşüncelerinin altını
Soğumaya bırak duygularını
Haşlama umut kazanında
Kevgir beyin kepçe
Sunulmadan önce sosu gezdirilip yeşillikle süslenecek
Tadına doyum olmayacak biliyorsun
Ancak onsuz boğazından geçmeyecek
Seçkin Gündüz/Sevgi Kavşağı
Bir şey yapmak. Elbette olumlu, kimden ve neden yana olduğumuzu bilerek. Herkes için eşit, ücretsiz, ulaşılabilir, nitelikli bir sağlık hizmetini gerçekleştirmek için çaba harcamak. Sınıfsız, sömürüsüz, insanca bir yaşam mücadelesinde mütevazi yer almak…
“tadının” olması için coşku ateşini harlamak gerek. Belki duyguları (da) soğumaya bırakmak.
Bir tutam beklenti muhakkak, umutların dibinin tutmaması da şart gibi. Kuşkular mutlaka ayıklanmalı, düş iki ise gerçek daha az olsun, örneğin bir. Ne olur (kendi) doğru ve yanlışlarımızı (vazgeçmeyelim ama) dinlenmeye bırakmayı unutmayalım.
Bu uğraşın “tadı” olmalı, yani tatsız tuzsuz olmaz bu iş. En önemlisi de şu: “onsuz (yani sensiz) tadı ne kadar güzel olursa olsun boğazımızdan geçmez. Hepimiz tat vermek için yerimizi alalım ve bir diğerimiz olmazsa anlamı olmayacağını da (artık) bilelim!
Bugünlerde hepimizi yakından ilgilendiren, belki de hayatımızı bütünüyle etkileyecek bir süreci hep birlikte yaşıyoruz. İçi boş sözcükler havada uçuşan toz zerrecikleri gibi sağa sola savrulurken, bizlerde nereye gittiğimizi bilmeden onlarla birlikte bir yerlere sürükleniyoruz.
Aile hekimliği, norm kadro, hizmet puanı, performans, atama yönergeleri, özel idare kanunu, döner sermaye, sözleşmeli çalışma… Sözcüklerine başka hangi sözcükleri ekleyebiliriz, şimdilik bilmiyoruz. Bir kısmı çalışma yaşamımıza çoktan girmiş olan bu ifadeler tümüyle hayata geçirildiğinde; işsizlik, sınırsız mesai, koşulsuz memnuniyet, havuza alınma, hizmet puanı ve norm kadro fazlalığı nedeniyle başka bölge ve kurumlara atanma belki de çalışma yaşamımızın sıradan uygulamaları haline gelecek.
Hatırlarsanız yaklaşık iki yıl önce bir perşembe günü (mesai bitimine yakın!) aile hekimi olmak isteyip istemediğimize dair kararımızı verip, cuma günü mesai bitimine kadar İl Sağlık Müdürlüğü’ne bildirmemiz istenmişti. O zaman birçoğumuz “şu andaki konumumuzdan daha iyi olacağı, en azından daha kötü olamayacağı” önyargısı ile olumlu bildirimde bulunmuştuk. Bu olaydan kısa bir süre sonra Düzce’de aile hekimliği pilot uygulaması başlatıldı. Son olarak Eskişehir’de aynı uygulamaya tanık olduk. Oralarda neler yaşandığını hangi sorunlarla ne kadar karşılaşıldığını biliyoruz?
Eminim ki sizlerde benim gibi tesadüfen gözünüze ilişen bir gazete haberinden ya da arkadaşlarınızdan sorarak bir şeyler öğrenmeye çalışıyorsunuz. Kısacası çok kısıtlı ve kulaktan dolma bilgilerle, belirsiz bir ortama doğru sürükleniyoruz.
Bizim adımıza bilenler biliyor ve ardı ardına yasalar çıkarılıyor. İl özel idareler yasası, yerel yönetimler yasası gibi yasalar, sağlık çalışanları ve hekimler için neler öngörüyor? Bunları bizleri yönetenlerden mi, yoksa IMF heyeti ya da Dünya Bankası’ndan mı sormamız gerekiyor?
Bu konularda olumlu ya da olumsuz bir görüş sahibi olabilmemiz için öncelikle yapılmak istenilen uygulamaların özünü bilmek zorunda değil miyiz? Toplumun en eğitimli kesimi olarak geleceğimizi belirleyen bu sürükleniş karşısında bugün taraf olmadığımızda yarın sadece başımıza geleceklere katlanmakla yetineceğiz.
Hizmet puanlarımızın açıklandığı gün aynı kurumda çalıştığımız diğer meslektaşlarımızdan ne kadar fazla puanımız olduğuna bakarak “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” yalanıyla avuttuk kendimizi. Bu ne kadar aydın tavrıdır? Herkese soruyor ve sözünü ettiğim konularla ilgili bilgi ve düşüncelerinizi paylaşmak istiyorum. Belki o zaman bu kadar kötü ve yalnız hissetmeyeceğim, kendimi. Şimdiden hepinize teşekkür ediyorum.
İnsanların giderek birbirine benzediği, günübirlik bireysel kaygıların egemenliğinde şekillenen insan ilişkilerinin topluma damgasını vurduğu bir ortamda farklı olmak, farklı düşünmek, daha da ilerisi inandığın değerler için mücadele etmek elbette kolay değil……
Herkes çılgınca aynı yöne koşarken tek başına kalsan da doğru bildiğin yolda ısrarla yürümek nasıl bir güç ve duruş gerektirir? Bir yandan bu sorunun yanıtını ararken öte yandan içinde bulunduğumuz koşulların ruhumda estirdiği fırtınaları dindirip güvenli bir liman bulmaya çalışıyorum.
Dünyada ve ülkemizde yaşanan sürecin sonucu olarak yıllardır ciddi bir kuşatma altında tutulduğumuz su götürmez bir gerçektir. Bu kuşatmayı bir yerlerinden delmek için öncelikli olarak ne yapmamız gerekiyor ve nasıl yapacağız? Sanıyorum bu soruyu yanıtlarken çok geniş anlamda toplumsal bir hezeyanın parçası olarak çözüm noktasında bunalımlar yaşıyoruz.
Şimdi bu soru ve sorunları bir tarafa koyalım ve bizler neyi savunuyoruz ona bakalım. Yanlışsa bu yanlışlardan dönüp herkes gibi bizde başka ufuklara yelken açalım. Ne diyoruz;
-Öncelikle aydın olmanın sorumluluğu ile ülke siyasetine müdahil olalım ve bunu örgütlenerek yapalım.
Çoğunluk diyor ki;
“Bırakın siyaset yapmayı da hekimlerin sorunlarıyla ve özlük haklarıyla ilgilenin, zaten yıllardır hep siyaset yapıyorsunuz.”
Arkadaşlar diyoruz;
“Ülke siyasetine müdahil olmadan ve bütünü görmeden bir yere varamayız. Bizler aslında insan sağlığını ve mesleğimizi ilgilendiren her yerde var olmaya çalışıyoruz. Ama siz sadece kendi bireysel sorunlarınızı/çıkarlarınızı düşünürken bizim çabamızı görmüyor ve bizi hep aynı üslupla eleştiriyorsunuz.”
İsterseniz muhalefetimizin ana eksenini oluşturan düşünce farklılıklarına kabaca ve sadece birkaç noktada birlikte göz atalım.
Yıllardır sağlık ocaklarımızı, 224 Sayılı Yasayı, koruyucu hekimliğin, toplum sağlığının önemini, tüm topluma eşit-ulaşılabilir-nitelikli sağlık hizmeti sunulması gerektiğini savunuyor ve buna inanıyoruz. Ülke siyasetini şekillendirenler ne yapıyor? Sürekli bu değerleri aşındırıp uluslararası sermayenin önünü açmak adına ve onların emirleriyle üstelik başarısız olacağını bile bile uygulamalarını sürdürüp, bize kulaklarını tıkıyorlar. Bu durumda siyaset yapmayalım mı? Bizlerde çoğunluk gibi aile hekimi olduk, gelirimiz 5-6 katına çıktı deyip o kervana mı katılalım? Katılmadığımız da ne oluyor? Ücra noktalarda genç meslektaşlarımızın gelirinin yarısı ile süründürülüyoruz. Oysa yarınların böyle olmayacağını, bu işin böyle devam etmeyeceğini bilerek sadece gündelik çıkarlara odaklanmış bir düşünce tarzıyla değil geleceği görerek düşünmemiz gerekmiyor mu?
-Döner sermaye özlük hakkımız olmalı, adil dağıtılmalı, aslında maaşlarımız iyileştirilmeli ve emekliliğimize yansımalı diyoruz
-Devletin bize ödediği paraya bile karşı çıkıyorsunuz diye eleştiriliyoruz.
-Tabip odalarımızın etkinliğinin artırılması için yasal düzenlemeler yapılmalı,6023 Sayılı Yasa, Tıbbi Deontoloji Yasası gibi temel yasal düzenlemelerde söz hakkımız olmalı diyor, bunun için meclis kapısında süründürülüyoruz. Çoğunluk akşam haberlerine bakarak bizi yine siyaset yapmakla suçluyor.
-Diğer sivil toplum örgütleri ile işbirliği yapmayı ve güçlü bir sivil inisiyatif oluşturmayı zorunlu görüyoruz, bakın yine nerelerde ne için koşturuyorlar diyorsunuz.
-İnsan onuru dâhil her şeyin pazarlandığı ve nasıl olursa olsun palazlanmanın mübah sayıldığı vahşi kapitalist düzende insan sağlığı ve hekimlik onuru önceliklidir diyoruz, yine siyaset yapmakla suçlanıyoruz. Bu örnekleri çoğaltarak canınızı sıkmak istemiyorum.
Evet, biz aslında zor olanı seçiyor, çoğu zaman yalnız kalıyoruz. Ama inanıyorum ki ne kadar zor olursa olsun, bugünden yarına bir şeylerin değişmeyeceğini bilerek haklı bir mücadele yürütmenin onurunu taşıyoruz.
Hey,heyy,heyyy……
gökyüzü
bulutlarını ver
bana
bir parça olsun
yeter
kar yağdırayım
karanlık odamda
önce çılgın tipi
ardından
lapa lapa
dingin
koşussun
cıvıltılı şen
al yanaklar
allanamayanlar
bir de
kardan adam yapalım
doyasıya
gülsün şen kahkahalarla
kar topları uçussun
her yanımda
sen bana at
kartopunu
bende sana
kardelenler
fışkırsın içlerinden
çılgınca sevinelim
çocuklar gibi
avuçlarıma doldurayım
dolu dolu
duyumsanan yaşamın
damlaları süzülsün
parmaklarımın arasından
rüzgarını ver bana
estireyim
bir sağa bir sola
bir aşağı bir yukarı
yaşam dolsun bedenim
dört duvara çarptırayım
Dr.Naci İşoğlu
Ülkemizde sağlık ölçütlerinin ülke gerçeklerine göre yeterli düzeyde geliştiğini söylemek ne kadar inandırıcı olur? Bu şekilde davranmak sorunların üzerini örtmekten öteye gitmeyecektir. Zaten bugünkü iktidarın yaptığı da bundan başka bir şey değildir. Ülke sağlığı şov politikalarıyla yönetilmektedir. Ancak bunlarla gerçeklerin yok edilemeyeceği unutulmamalıdır.
Sabahın köründe kendini hastane kuyruklarının arasında görmek, hastane hastane elinde evraklarla dolaşırken hekime muayene olup reçete aldıktan sonra tedaviye ne kadar zor ulaşabildiğini, çaresizliğe itildiğini görmek toplumun az da olsa bu rüyadan uyanmasına ve gerçekleri görmesine neden olmaktadır.
Doğrusu hekimler açısından da durum çok farklı değildir. Bir sabah uyandığımızda bilmem kaçıncı tıp fakültesinden mezun olan bir hekim olmanın mutluluğunu tam hissedecekken gerçeklerle yüz yüze geleceğiz. Bir yanda altyapısı ve eğitici kadrosu yetersiz tıp fakültesi mezuniyeti, diğer yanda en iyimser tahminle önümüzdeki 20 yıllık süreçte şu anda bile yaşadığımız hekim işsizliğinin elli bin’den fazla hekimi ilgilendireceği gerçeği karşımızda duracaktır.
Bir sabah uyandığımızda, iş güvencesinden yoksun sözleşmeli hekimliğin kapımıza dayandığı bugün yoksulluk sınırının oldukça altında olan ücretlerimizin açlık sınırına dayandığını göreceğiz. Bir sabah uyandığımızda, biz hekimleri ve sağlık hizmeti alan insanları piyasanın acımasız koşullarında çırpınırken, tüm insanlık yaşamı boyunca kutsal olarak ifade edilen meslek ilkelerimizin ve onurumuzun bilinçli olarak yok edilmeye çalışıldığı gerçeği karşımızda duracaktır.
Aslında sayfalara ve sözcüklere sığdırılamayacak kadar yazılacak ve söylenecek gerçekler var. Biz hekimler tüm bunlara rağmen bu mesleği seçtiğimiz için asla pişman değiliz. Bizler hekimlik mesleğinin gereğini olması gereken şekilde yerine getirememenin sıkıntısını yaşıyoruz. Bizler meslek ilkelerimiz doğrultusunda çalışabilecek altyapıya sahip olamamanın sıkıntısını yaşıyoruz. Bizler verdiğimiz hizmetin tam karşılığını alamadığımız için üniversite, devlet hastanesi ve sağlık ocakları dışında acımasız piyasa koşullarına terk edilmemizin sıkıntısını yaşıyoruz. Hastanın bizi satın aldığını düşündüğü, bizim de hastaya para olarak bakmamızı yerleştirmeye çalışan sistemin sıkıntısını yaşıyoruz. Bizler kafamızın geçim derdi ile meşgul edilmesinin sıkıntısını yaşıyoruz.
14 Mart biz hekimler açısından sevinci coşkuyu ifade eden bir gündür. Bilindiği gibi yıllarca görüşmeyen dostlar bu günlerde birbirlerini ziyaret eder, mutluluklarını paylaşır, sorunlarını, dertlerini paylaşır ve ortak çözümler üretir. Bugüne geldiğimizde bayramlarda olduğu gibi birçok şeyin değiştiğini söylemek mümkün. Çünkü toplumun çok büyük bir kesimi yaşadığı ekonomik, sosyal sıkıntılar ve gelecek kaygısı nedeniyle adeta bayramları hüzünlü günlerle karşılamaktadır. Bizlerde bugün bu gerçeği yaşamaktayız.
14 Mart’lar hekimlik mesleğinin kendi ilke ve değerlerine sahip çıktığı coşkulu günlerdir. Bilinmelidir ki hekimlik mesleğinin kurtuluşu emeğinin karşılığını tam olarak aldığı bilimsel altyapı ortamlarında insana yaraşır hizmet sunabildiği, mesleğini tam olarak icra ettiği, insanca yaşamın ve onurlu meslek hayatının gerçekleştirilmesi ile mümkün olacaktır.
Ülkede ki bunca yaşanan sorunları çözmek yerine kafamızı bulandırmaya çalışan, toplumu yanıltan, hekimleri ve sağlık çalışanlarını toplumun gözünde küçük düşürücü söylemlerle aşağılayan, yaşanan sorunların gerçek sorumluları değillermiş gibi bizlere karşı toplumu kışkırtan, insanların gerçek enflasyonu olan sağlık, barınma, yeme, eğitim, ulaşım gibi ihtiyaçları görmezden gelip hayali enflasyon düşüklüğü yaşatmaya çalışan, paran kadar sağlık anlayışını bizlere yaşatmanın yollarını açan anlayışlar karşısında da sonuna kadar mücadele edeceğimizi tüm kamuoyu ile paylaşıyoruz.
Nice 14 Mart’lara hep birlikte el ele girmek dileğiyle tüm hekim arkadaşlarımızın, onurlu meslek hayatını yıllarca omuzlarında taşıyan ağabeylerimizin, ablalarımızın ve taşıyacak olan öğrenci kardeşlerimizin, tüm sağlık çalışanlarının 14 Mart tıp bayramını coşkuyla ve umutla kutluyoruz. Bu birlikteliğimizi tüm toplumun eşit, nitelikli sağlık talepleri ile kenetlediğimizi ifade etmek istiyoruz.
Dün olduğu gibi bugünde sağlığa ilişkin gerçekleri çözüm önerilerimizi kendi kitlemizle kamuoyuyla paylaşmaya devam edeceğiz.
*Bu yazı 14 Mart 2005 tarihinde kaleme alınmıştır.
Antalya’da 1 Mayıs sendikalar, meslek odaları, dernekler, siyasi partiler ve demokratik kitle örgütlerinin katılımıyla coşku içinde kutlandı.
Güllük-TRT Kavşağında toplanan binlerce kişi, saat 13.00’te yürüyüşe geçerek saatler sonra Yavuz Özcan Parkı’na geldiler.
Hekim Birliği yönetimindeki Antalya Tabip Odası’nın katılmadığı kutlamalarda Çağdaş Hekimler Uluslararası Birlik Dayanışma ve Mücadele Günü’nde alandaydı.
“Geleceğimiz iyi niyet mektuplarının iyi niyetine kaldı.”
Hekimlerin kendilerini ifade etme özgürlüğünü hissettiği 14 Mart sağlık haftasına yaklaştığımız bu günlerde bazı kelimeleri ve cümleleri çok sık duyar olduk.
Ecevit’ in sağlık durumu çok iyi!, Derviş’ in krizin geleceği hakkındaki görüşleri çok iyi!, Amerika’ nın Türkiye’ nin geleceği hakkındaki niyetleri çok iyi!, Avrupa Birliği’ ne girmenin ön koşullarını yerine getirmedeki performansımız çok iyi!, Koalisyon hükümetinin durumu çok iyi!, Genel durumumuz mu? Oooooo çok çok iyi!. Bu iyiler böyle sürüp giderken bir de iyi niyet kelimesi yankılandı kulaklarımızda.
Üstelik bütün bunlar iyi kelimesinin gerçek anlamının ne olduğunu unutturacak derecede anlam kazandırılarak hafızalarımıza kazınmaya başladı.
Bizler sağa sola iyi niyet göstermeye başlayan hükümeti görüp yaşasın nihayet insafa geldiler, artık bize de sıra gelir diye düşünmeye başlamıştık. Ama bir de ne görelim! Bu niyet öyle bir niyet ki iyiliği tartışılır. Zaten bunca olumsuz durum yaşanırken bu kadar iyinin bir arada olmasına şaşılması gerekmez mi?
Biz hekimler iyi hekimlik ortamı diye yola koyulduk. Yıllarca 14 Mart’ larda alanlarda haykırdık haklı taleplerimizi, toplantılarda dile getirdik.
Ülkemizde sağlığa en az %10 iyi bütçe; ülke gerçeklerine uygun nitelikli hekim yetiştiren iyi üniversite, iyi tıp eğitimi, altyapısı ve donanımı yeterli iyi çalışma ortamları, grevli toplu sözleşmeli sendika hakkının olduğu çalışanların yönetime katıldığı iyi çalışma hayatı, insanca yaşayıp onurlu meslek sürdürebileceğimiz iyi ücret, mezuniyet sonrası yaşam boyu iyi eğitim, emeğimizin tam karşılığının verildiği iyi tam süre, iyi iyi iyi … diye sıralayabileceğimiz yaşantımızı ve mesleğimizi ilgilendiren daha birçok konu var.
Bizler bu şekilde düşüne dururken hükümet gerçek niyetinin ne olduğunu göstermeye başladı. IMF’ ye ardı sıra iyi niyet! mektupları gönderdi. Neydi hükümetin iyi niyeti ?!
Bankaları ve hortumcularını kurtarmalıyız.
Çünkü iyi niyet! mektubu, söz verdik.
Önce toplumun temel ihtiyacı olan sağlık ve eğitimdeki harcamaları kısmalı ve özelleştirmeliyiz.
Çünkü iyi niyet! mektubu, söz verdik.
Topluma paran kadar sağlık hizmeti anlayışıyla yaklaşmalı, hekimleri ve halkı piyasanın acımasız koşullarına terk etmeliyiz.
Çünkü iyi niyet! mektubu, söz verdik.
Hekimlere sağlık çalışanlarına ve tüm çalışanlara sefalete mahkum eden, onur kırıcı açlık sınırında ücretler vermeliyiz. Verdiklerimizi de karabasan gibi çöken yeni zam ve vergilerle fazlasıyla almalıyız.
Çünkü iyi niyet! mektubu, söz verdik.
Devleti küçültmeliyiz, üretimi ve yatırımı küçültüp rantiyeyi silahlanmayı ve karanlığı büyültmeliyiz.
Çünkü iyi niyet! mektubu, söz verdik.
Sosyal devletin temel öğeleri olan kamusal hizmet alanlarını ve özellikle kar getirenlerini birilerine peşkeş çekmeliyiz.
Çünkü iyi niyet! mektubu, söz verdik.
Ülkemizde geleceğe aydınlık yüzle bakan sağlıklı gülen ve koşan çocuk, gençlerin, toplumun yani barışın değil; savaş tacirlerine pazar yaratanların kirli savaşında başrol almayı tercih etmeliyiz.
Çünkü iyi niyet! mektubu, söz verdik.
Uluslar arası sermayeye dikensiz gül bahçesi yaratacak yasaları çıkartıp ulusal değerlerimizi ve ulusal kaynaklarımızı yok pahasına satmalıyız.
Çünkü iyi niyet! mektubu, söz verdik.
Biz sözümüzün eriyiz. Söz verdik mi yaparız. Yapmazsak ne olur aman ha sakının kriz kriz kriz vs. vs.
Bu kadar iyi niyet!lerden sonra bizlerde iyi niyetle soruyoruz. Siz kimin hükümeti siniz?
Sağlıklı olmak isteyen halkın ve bunun için çaba gösteren hekim, tüm sağlık çalışanlarının mı? Yoksa iyi niyet gösterdiğiniz IMF ve Uluslar arası sermayenin mi?
Hükümeti yüzünü kendi halkına dönmeye çağırıyor, hekimine, sağlık çalışanlarına gerçek anlamda iyi niyet mektubu vermesini, söz vermesini, sözünün eri olmasını istiyoruz.
14 Martları inadına coşkuyla, sevinçle, inançla ve umutla yaşadığımız bu günlerde ortak dayanışma ruhuyla ellerimizi kenetleyip haklı taleplerimizi dile getirip etkinliklerimizle iyi hekimlik niyetimizi gösterme zamanı gelmedi mi?
Hiç kuşkusuz iyi hekim kitlesi iyi niyetini gösterecek kadar iyi bir dayanışma içerisine girebilecek ve ortak ses çıkaracak güçtedir.
İnsanlık yaşamı boyunca kutsal olarak ifade edilen mesleğimizin temel ilkelerinin bilinçli şekilde yavaş yavaş yok edilmeye çalışıldığı bu günlerde hekim, öğrenci kardeşlerimiz ve tüm sağlık çalışanlarının 14 Mart Tıp Bayramını tüm coşku, inat, umut ve inancımızla kutluyoruz.
Sevgiyle, dostlukla
*Bu yazı 14 Mart 2002 tarihinde kaleme alınmıştır